Rıza Türmen

Rıza Türmen

rturmen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Geçtiğimiz günlerde iki önemli olaya tanık olduk. Barack Obama’nın ABD Başkanlığı’na ve Martine Aubry’nin Fransız Sosyalist Parti’nin Genel Sekreterliği’ne seçilmeleri. Kuşkusuz iki seçimin niteliği ve sonuçları aynı değil. Ancak her iki seçim de daha eşitlikçi, daha adaletli, daha özgürlükçü bir dünya kurulması yolunda birer umut ışığı.
Martine Aubry, seçimden sonra yaptığı ilk konuşmada, Sosyalist Parti’yi kökten yenileme ve sola sıkıca bağlı bir siyasal çizgi izleme vaadinde bulundu. Bu sol çizginin işten çıkarılma korkusu taşıyan, alım güçlerini yitiren Fransız vatandaşlarını savunmayı ve kamu hizmetlerini eşit olarak herkese götürmeyi öngördüğünü söyledi.

Toplumsal krize doğru

Martine Aubry’nin konuşmalarından, ekonomik krizin doğurduğu toplumsal sorunların Sosyalist Parti’nin yenilenmesi çabalarının zeminini oluşturacağı anlaşılıyor.
Aynı düşünceler Türkiye için de geçerli değil mi? Mali kapitalizmin krizi, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir toplumsal krizi beraberinde getiriyor. Giderek artan işten çıkarmalar, halkın azalan alım gücü, yoksulluk sınırının aşağıya çekilmesi, bir toplumsal krizin başlangıcında olduğumuzu işaret ediyor. Ekonomik krizin büyümesine paralel olarak toplumsal krizin büyümesi de beklenmeli.
Böyle bir toplumsal kriz karşısında çözüm öneren sol politikalara gereksinim kaçınılmaz bir hal alıyor. Ama gelin görün ki, bu politikalara şekil verecek bir sol parti yok Türkiye’de. O zaman içinde bulunduğumuz krizin Türkiye’de bir sol partinin kurulmasına yol açması ya da bu yönde çalışmalar varsa, bunları çabuklaştırması doğal olmaz mı?

Devletin rolü değişiyor

Ekonomik krizin yol açtığı toplumsal kriz karşısında solun rolü de, sorumluluğu da büyüdü. Krizin nedenlerinin sosyalist açıdan analizini yapan ve çözümler öneren bir siyasal kuruluşa gereksinim doğdu.
Böyle bir siyasal kuruluş, kısa vadede, toplumsal krizin boyutlarının büyümesini önleyecek, işsizi, yoksulu, işçiyi, emekliyi, esnafı krize karşı koruyacak, onlara destek olacak politikalar üretebilmeli. Uzun vadede ise, yaklaşık yirmi yıldır dünya ekonomilerine egemen olan hiper-liberalizm çökmekte. Uluslararası ve ulusal düzeyde yerine yeni bir sistem gelecek. Bunun ne olacağı henüz belli değil. Ancak devletin rolünün değişeceği, ekonominin düzenlenmesinde daha etkili bir role sahip olacağı anlaşılıyor. Prof. Ahmet İnsel “sermayenin devlet tarafından denetlenmesi döneminin başlayacağını” söylüyor. Yeni ekonomik ve toplumsal düzenin biçimlendiği bir dönemde etkili olabilecek bir sol sesin duyulmasına mutlak bir gerek var.

‘Öfkeli bir çığlığa’ ihtiyaç

Ama bunun ötesinde, Türkiye’nin yeni bir soluğa, yeni bir umuda gereksinimi var. Toplumu içinde bulunduğu kutuplaşmadan çıkaran, uzlaştırıcı, demokratik, bireysel hak ve özgürlüklere öncelik veren, cumhuriyetin temel ilkelerine sahip çıkan ama onlara çağdaş, modern bir nitelik kazandıran, kadın-erkek eşitliğini yaşama geçiren, üretilen zenginliğin daha adilce bölüşülmesini sağlayan, yoksullukla mücadeleyi dinsel hayırseverlik yoluyla değil, hak ekseninde sosyal politikalarla yürüten, rant ekonomisine son veren bir sol parti.
Böyle bir sol parti AB yolunda çok daha rahat yürüyebilecek, Avrupa’daki diğer sosyalist partilerle daha rahat bir ilişki kurabilecek. Bu parti, eşitlik, toplumsal dayanışma, özgürlük, insan hakları, laiklik temelinde mücadele veren, ahlaksal değerleri köşeyi dönme becerisine yeğleyen bir siyasal örgüt olmalı, tabandan yukarıya doğru fışkırmalı.
Sol her şeyin başında değişim demek, statükoya karşı olmak demek. O nedenle kurulacak bir partinin, paranın, dinsel istismarın ve yolsuzluğun karışıp bir bulamaç oluşturduğu düzeni kökten değiştirmeyi, emek ve sermaye arasında daha adil bir ilişkinin kurulduğu yeni bir düzeni hedeflemesi gerekli.
Türkiye’de işçinin, işsizin, yoksulun, kadının, itilenlerin, garibanların seslerinin birleştiği, yapıcı bir enerjiye dönüşecek, bir öfkeli çığlığa ihtiyaç var.