Şebnem Burcuoğlu

Şebnem Burcuoğlu

sebnem.burcuoglu@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Sanat tarihi seminerinde birbirimizin hayatına dokunmadığımız sürece “ben!” seslerinin yükseleceğini ve fakat her şeyin daha da kuru ve yavan olacağını fark ettim.

Modern miyim? Evet. Genç miyim? Heheeyyyyt, tabii ki! Evet, bu koşullar altında İstanbul Modern’in Genç Modern isimli topluluğunun bir üyesi olduğumu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Modern ve Çağdaş Sanat Tarihi Semineri sınıfımızın çoğunluğu kadın. Üç tane erkek var, onlara da gözümüz gibi bakıyoruz. Ders veren akademisyenler iki haftada bir değişiyor ve seminerimiz toplamda on hafta sürüyor. Sıkı bir şekilde yoklama tutuluyor ve maşallah ben daha hiçbir dersi sektirmedim. Açık konuşmam gerekirse içimde hep bir “Parasını ödedim, mutlaka gitmem” lazım dürtüsü var.

Haberin Devamı

“Kırda Öğle Yemeği”yle başladık

Empresyonistlerle, yani izlenimci ressamlarla tanıştık ilk olarak. 19. yüzyıl Fransa’sına ışınlandık. Edouard Manet’nin 1863’te yaptığı “Kırda Öğle Yemeği” tablosunu okumakla işe başladık. Evet, tablolar da okunurmuş meğerse. Bir ressamın hangi akımı takip ettiğine, dönemin sosyal ve siyasi olaylarına göre okuyormuşsun resmi. Mesela ben müze gezmeyi çok severim. Fakat resme bakarken kafama göre takılıp resmin bende yarattığı duyguyu hissetmeyi, o kulaklıklarla kırk saat resmin önünde durup hikaye dinlemeye tercih ederim. Hah, işte izlenimciler de aynen benim gibiymiş. Yaşamı, doğayı olduğu gibi anlatmak yerine onların kendilerinde bıraktıkları etkileri anlatırlarmış resimlerinde. Claude Monet, Degas, Renoir bu akımın öncülerindenmiş.

Sonra sanat hayatlarına izlenimcilikle başlayan Cezanne, van Gogh, Gauguin yepyeni fikirlerle çıkagelmiş. Mesela Cezanne, doğanın üç boyutluluğunu tablolarına yansıtıp izlenimcilikle kübizm arasında bir köprü kurmuş. Ve köprüyü Picasso, Matisse gibi isimler tamamlamış. Picasso biçimse, Matisse renk olmuş. Resim tarihinin koridorlarında böyle tatlı tatlı ilerlerken dikkatimi çeken bir şeyi sizlerle paylaşmak isterim; bu dahi ressamlar arasındaki ilişkiler...

Her ne kadar duygularını uçlarda yaşasalar da bazen sevgi dolup bazen kavga etseler de (van Gogh’un kulağını, Gauguin’le yaşadığı bir tartışma sonucunda sinir krizi geçirip kesmesi gibi) birbirlerinin dehasına saygı duyup sanatı bir adım öteye taşımaya çalışmışlar. Mesela Picasso oturup Manet’nin “Kırda Öğle Yemeği” tablosunun yirmi yedi farklı versiyonunu, yüz kırk eskizini, üç karton maketini yapmış. Hiçbiri “ben!” diye ortalara atılmamış. Kendilerinden önce sanatı düşünmüşler. Ve hiçbiri sanatı sadece resim açısından ele almamış. Bu insanlar resimlerini yaparken dönemlerinin edebiyatçılarıyla kol kola ilerlemiş. Örneğin Manet, “Kırda Öğle Yemeği”ni tamamladıktan sonra resim fazlaca müstehcen bulunduğu için kara listeye alındığında dönemin önemli yazarı Emile Zola, kendisine müthiş bir destek vermiş.

Haberin Devamı

Sen olmadan ben olamam

Manifestoların yükselişi

Sadece edebiyat da değil; resim, müzikle de etkileşim halindeymiş. Ressam Picasso ve besteci Stravinsky; ressam Kandinsky ve besteci Arnold Schoenberg; ressam Paul Klee ve besteci Pierre Boulez birbirlerinin eserlerinden etkilenip sanatlarına yön verdiklerini her fırsatta dile getirmişler. Dersler ve akımlar ilerledikçe “ben” duygusunun yoğunlaşmaya başladığını fark ediyorum. Kişisel manifestolar, büyük büyük edilen laflar ortaya çıkmaya başlıyor. Aynen şu anda bizim hayatımızda olduğu gibi. Diyeceğim odur ki geçmişe özlem duymamızın tek sebebi o zamanların daha romantik olması, mektuplar falan değil aslında. Bunlar sadece semboller. Esas sebep, o zamanlar birlik ve takdir duygularının olması bence. Birbirimizin hayatına dokunmadığımız sürece “ben!” sesleri yükselecek ve fakat her şey daha da kuru ve yavan olacak sanki. Sen olmadan ben olamam ki.