Zonguldak Karadon’daki faciadan sonra, madenin derinliklerinde yatan bedenlerin çıkartılmasını beklerken tek teselli, güçlü bir biçimde söylenen “Hesabı sorulacak” ifadesiydi.
Bugün öğreniyoruz ki 30 madenciye mezar olan faciadan sonra açılan dava 4 yıldır, tek bir tutuklu sanık olmaksızın sürdürülüyor. 25 kişinin yargılandığı davada istenen en yüksek ceza 15 yıl.
5. bilirkişi raporunun beklendiği davanın bu yıl içerisinde karara bağlanmayacağı da tahmin ediliyor.
Herkes, “Hesabı sorulacak” sözlerine inanmaya ve bu sözlerin gereğinin yerine getirilip getirilmediğini unutmaya hazır.
Hepimiz, alışkın olduğumuz bir düzenin içerisinde hangi felaket durumlarında hangi sözlere inanıp, sonra unutup, sonra yeni bir felakette bunları yeniden nasıl hatırlayacağımız konusunda eğitimliyiz.
Zaten felaketlerin durmaksızın başımıza gelmesinin sebeplerinin başında da bu geliyor.
Caydırıcı ceza
Karadon’da olduğu gibi birçok felaketten sonra savcılıklar, genellikle “taksir” hükümlerinden dava açıyor sorumlular hakkında.
Suçun başlığı da çoğunlukla, “tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu öldürme” olarak belirleniyor.
Birden fazla kişinin ölümüne neden olmuşsanız bu şekilde alacağınız en yüksek ceza 15 yıl. Bu cezanın alt sınırı ise dikkat çekici. Sadece 2 yıl.
Diyelim ki nadiren başvurulan bir yola başvurularak, “taksir” suçunun bilinçli işlendiği sonucuna varılıyor. O zaman da 30 kişinin ölümüne de neden olsanız, 300 kişinin ölümüne de yol açsanız değişmiyor. İstenebilecek en yüksek ceza 22.5 yıla çıkıyor.
Cezaları üst sınırdan konuşmak da sanki bütün sanıklara bu ceza uygulanacakmış algısı yaratıyor.
Oysaki mahkemeler genellikle alt sınırdan çok uzaklaşmamayı tercih ediyor. Aslında aldığınız cüzi cezanın ertelenmesiyle de bütün olan bitenlerden kurtulma şansınız var.
Bu da zaten bozuk olan sistemin iyiden iyiye işlemez hale gelmesine yol açabiliyor.
Örneğin işveren, maliyetli güvenlik önlemlerinin bir bölümünün görmezden gelinmesini isteyebiliyor, mühendis işine öncelik verip bunun hukuki sorumluluğunu göz ardı edebiliyor, ekmek parası peşindeki işçinin gözü ise zaten ekmekten başka hiçbir şeyi görmüyor.
Taşıdıkları sorumluluğun ne kadarını yerine getirebildikleri artık çok tartışmalı olan; mühendisin işini, işçinin ekmeğini düşünmek zorunda olduğu hallerde onlar yerine bütün bu yükümlülüklerin peşine düşmesi gereken sendikalar ise çok uzaklarda bir yerde duruyor.
Can acıtan örnekler
İşte bu döngü nedeniyle her felaket, bir yenisi gelene kadar bilindik yöntemlerle geçiştiriliyor.
Bu yüzdendir ki 11 kişinin öldüğü 2011’deki Elbistan davası, 20 işçinin yaşamını yitirdiği Ostim-İvedik davası, 2013’te 7 işçiye mezar olan Zonguldak Kozlu’daki metan patlaması davasının daha başındayız.
Esenyurt’ta çadırlarda çıkan yangın nedeniyle ölen 11 işçinin davasında bilirkişi raporları neredeyse işçileri suçlu çıkarttı.
21 işçinin öldüğü Davutpaşa patlaması davasında bilirkişi raporu ancak 16. duruşmada geldi. Felaketler bitmeksizin sürüyor, davalar da öyle.
Bize de sadece felaketten felakete davaları anımsatıp, “Hesabı sorulacak” sözlerinin izini, gücümüzün yettiğince sürmek kalıyor.
Türkiye şimdi siyasetçisiyle, işvereniyle, çalışanıyla, basınıyla Soma sınavlarını veriyor.
300 emekçinin artık hayatta olmaması ilk sınavı ne kadar kötü verdiğimizin en acı kanıtı.
Ve bu derin yaraya bir nebze olsun merhem olmanın tek yolu, hesap sorma sınavından tam notla geçebilmek.