Show TV sabah akşam “Yemekteyiz” programını yayınlıyor. İç yapım ucuz ve program tuttu. Yani ne zaman açsam yemek yiyenler var ekranda. Hani yemeğin de bir tadı vardır. Bana göre, eğer millet yemek yiyen sonra kavga eden, sonra da karşılıklı göbek atan insanları bıkmadan usanmadan izliyorsa gerçekten diyecek bir şeyim yok.
Bir formattır, tadı vardır, usturubunda verilir. Yok, bizde tıka basa olacak. Aslında dizi gibi bir olay. Millet sabah akşam “Yemekteyiz” izler ve sonunda bıkar. Böyle de bir durum vardır. Önemli değil, zaten amaç mide fesadına uğratmaktır. Programcılık anlayışımız budur. Yemek yemeyi seyreden olduktan sonra, yemeği yiyecek adam çook.
Aslında gücü olsa Show TV, “Var mısın? Yok musun?” ile sabahtan başlar, şöyle bir akşamüstü çay molası verir. Sonra araya ana haberi yerleştirip, 24.00’e kadar devam eder. Bir de son olarak film koyup seneyi kurtarır!
Böyle olur reklam
“Rakıda balık ve peynir olmaz” dediler. Mey formülü buldu. Aklıma ünlü Yunan yönetmen Theo Angelopoulos geldi. Şimdi rakı ve bir ciddi yönetmen... Gerçekten geldi. Ve hatta taaa bir zamanlar İstanbul’da yapılan Balkan Film Festivali’ne gitti. O yıllarda ben Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nde çalışıyordum. Ve bu festival kapsamında görevliydim. Yönetmenin “Avcılar” filmi gösterilmişti. Ülkesinin yakın tarihinin filmiydi. Albaylar cuntasına göndermeleri vardı. Bunu şiirsel bir dille anlatıyordu. Evet uzun bir filmdi ve hâlâ unutmadım. Birden aklıma o geldi.
Şimdi diyeceksiniz ki, bir büyük usta ile bizim rakının ne alakası var. Kendi ürününü satmak ve kâr etmek için bir araç olan reklam, bazen sistem ile çelişebiliyor. Bu durumda “yeraltı” söylemlere başvuruyor. Son zamanların bana göre en etkili reklamı. Çünkü, yasaklar ile karşı karşıya kalmış bir ürünün, kendi malını satmak için başvurmak zorunda kaldığı bir olay. Balık, peynir ve rakı yasaklı olmasaydı bu kadar yaratıcı bir reklam olabilir miydi?
Şimdi 3G zamanı
Bizim medya pek bir sevdi. Ne de olsa teknoloji, gelişmişlik. Ve hatta Leon Troçki’nin “sürekli devrimi” diyenler oldu. Fotoğraf makineleri yok, kameralar yok. Elde dolaşan bit kadar bir alet, kameraman ya da foto muhabirleri. Elinde ona ait olan, onunla bütünleşen bir kamera ya da fotoğraf makinesini taşımayan bir meslektaşım olur mu? Savaş Ay anlatsın mesela.
Herkesin gazeteci, muhabir ve hatta genel yayın yönetmeni olacağı bir sistemden bahsediliyor. Meserret Pastanesi’nde ya da Cağaloğlu Hamamı’ndan yeni yetme Nişantaşı cafelerine köşe yazarları olarak geldik.
Şimdi buna teknolojik bir hareket gerekiyordu. Ücret dağılımı, sendikal haklardan birden, “Bilgi Otoyolu”na geldik. Acil devrimi çok seviyoruz belli!