08.08.2019 - 07:52 | Son Güncellenme:
Prof. Dr. Kürşad Zorlu / Analiz
1. yüzyılın ortaya çıkardığı “bilgi çağı” kavramı ve beraberinde yükselen küreselleşme tartışmaları bugün yaşanan ticaret savaşlarında bir kırılma noktası olmuştur. Devletlerin ekonomik rollerini küresel şirketlerle paylaşır hale geldiği bu süreçte sermaye dolaşımının evrenselleşmesi, sınırsız rekabet, ulus-devlet sınırlarını aşan yeni ilişki ve etkileşim biçimlerinin ortaya çıkması, kişi ve mekanların yakınlaşması bu yüzyıla entegre edilen değişkenler arasındadır. Gelinen aşamada dünyanın önde gelen ülkelerinin “ortak yaşam” ve “birlikte çözüm” adına gelişmekte olan ülkelere yönelik ikircikli ve ben merkezli yönelimi, uluslararası kuruluşların bile işlevselliğini sorgular hale getirmiştir.
Çatışma yerine uzlaşma
Böyle bir tablo karşısında barış ve uyumu esas alan liderlik modeline, güvenilir kurumların inşasına ve bu temelde sürdürülebilir bir ilişkiler ağına ihtiyaç vardır. Hem doğu ile batı arasında hem de Avrasya güç sistematiğinde çatışma yerine uzlaşmayı geçerli kılabilmenin yolu bu ilişkileri tesis edecek aracı ülke ve kurumların varlığından geçmektedir.
Tarihsel dayanakları, edindiği kazanımlar ve gelecek imkânları bakımından Türkiye bu rolü yerine getirebilecek en uygun ülkelerden biridir. Şu anda büyükelçilikleri ve temsil edildiği uluslararası kuruluşlar itibariyle 243 misyonla dünyada 5. sırada yer almaktadır. Bununla birlikte Türkiye’nin bölgesinde yaşadığı sorunlar ve göreli olarak dostların azalışı, politik yanlışlıklar kadar Doğu-Batı, Avrupa-Asya çelişkisinde tutulmak istenmesiyle ilgilidir.
Türkiye bu kıskaç içinde kendisine özgü ve potansiyel gücünü harekete geçirecek yönelimlerden faydalanamamıştır. Örneğin Türkiye AB giriş süreci ile oyalanırken, Kıbrıs Rum Kesiminin veto hakkıyla yoğrulmak istenmesi ya da Azerbaycan KKTC’yi tanımak istediğinde Karabağ’ı tanıma kartı ile karşılık verilmesi nasıl bir “batılılık” anlayışıyla irdelenebilir?
Projenin detayları
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun, 11. Büyükelçiler Konferansı’nda ortaya koyduğu “Yeniden Asya” (Asia Anew) açılımı oldukça iddialı ve üzerinde durulması gereken bir muhtevaya sahiptir. Asya’nın bir medeniyetler topluluğu olduğunu söylemek mümkün. Din ve etnisite bakımında çeşitlilik arz etse de kimi özellikleri birbirine benziyor. Özellikle gücün toplumdaki dağılımı, ortaklaşa davranış ve belirsizlikten kaçınma düzeyi bakımından birbirlerine uzak değiller.
Jeostratejik ve jeoekonomik açıdan bakıldığında Asya kıtası dünya nüfusunun yüzde 45’ini, dünya ekonomisinin yüzde 30’unu kapsamaktadır. ABD’nin ithalatında yüzde 40’ı aşan bir pay bu bölgeyle gerçekleşmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin burada atacağı adımlar siyasi, askeri ve ekonomik anlamda sadece kendisi için değil, küresel ölçekte etkiler de meydana getirebilecektir. Japonya, Güney Kore, Çin, Malezya, Tayvan, Hindistan, Endonezya, Singapur gibi Güney Asya ve Asya-Pasifik ülkeleri Çavuşoğlu’nun bahsettiği ilişki modelinde öne çeken ülkeler. Türkiye zaten 2010 yılından bu yana sırasıyla Çin, Endonezya, Güney Kore, Japonya, Malezya ve Singapur ile ilişkilerini stratejik düzeye yükseltmişti. Şimdi bu açılım ile atıl durumda olan potansiyeli kullanabilecek bir iradeyi ortaya koyuyor.
Onlarca paydaş saha
Proje ile bu ülkelerin inovasyon, bilgi teknolojisi, insan sermayesi ve sanayileşmede Türkiye’ye katkı sağlayacak bir bütünsellik içerisinde ele alınması isteniyor. Henüz detayları ortaya çıkmamış olsa da, “Yeniden Asya” hedefiyle eğitim, savunma sanayii, doğrudan yatırımlar, ticaret, teknoloji, kültürel işbirliği gibi onlarca paydaş saha yaratılması planlanıyor.
Türk Dışişleri bu açılım ile diplomatik tesmsilciliklerine de ciddi bir rekabet ve sorumluluk alanı yüklüyor. Bu anlayışla yerel, bölgesel ve küresel anlamda sahada ve masada etkinlik kurabilmek, diplomasinin bir performans aracı haline getirilebilir. Elbette bunun için ciddi bir liyakat sistemi ve yapısal döngü (belki kurumları bir çatı altında toplayacak yeni bir bakanlık) kurulması gereklidir.
Türk dünyası da kazanacak
Asya yöneliminin bir ayağının da Orta Asya olması oldukça değerlidir. Türkiye’nin tarihsel ve kültürel bakımından “birliktelik” vurgusuyla hareket ettiği Türk Cumhuriyetleri de bu açılımın önemli transfer sahalarından birisi olacak. Söz konusu ülkeler mevcut ilişkilerine ek olarak Türkiye üzerinden de yenileşme çabalarına destek sağlayacaklar. Böylelikle Türkiye, Türk cumhuriyetlerinde “kazan kazan” esasına dayalı projeler daha fazla gerçekleştirebilecek. Bu kapsamda Türk Konseyi, Türk Akademisi ve Türksoy gibi uluslararası kuruluşlar hedeflenen Asya alanında daha etkin konuma taşınabilecek. Türkiye’nin bu tür hedefler ve söylemler geliştirmesi durumunda genelde Batıdan ve içeride de kimi çevrelerce “Türkiye yönünü mü değiştiriyor?” soruları yükselir. Çavuşoğlu da konuşmasında, bu eleştirilerin gelebileceğine dikkat çekti. Uzun soluklu bir inceleme olmakla birlikte “Batılılık” farklı anlamları içiçe barındıran bir kavramdır. Birincisi coğrafi, ikincisi de kültür/medeniyet boyutunda batılılıktır. Sanıyorum bugün en çok akla gelen tek modernite ölçüsü olarak kabul edilen batılılıktır. Ancak Durmuş Hocaoğlu bunlara ilaveten bir de evrensel unsurlar, ilke ve normları esas alan bir “garplı” olma halinden bahsetmektedir ki bu hal Türkiye’nin
esas yürümesi gereken yolun adıdır.
Türkiye’nin aynası olmalı
Bu anlamda batılılık, ABD ve AB ülkelerini de aşan bütünselliğin ürünleridir. “Şarka giden yol garptan geçmektedir” sözü Türkiye’nin aynası olmalıdır. Burada önemle belirtmek gerekir ki Türkiye tarihi ve kültürel dokusu ile Asyalı bir ülkedir. Ama bununla birlikte Batı’dan yansıyan evrensel faydacılığa en uygun iklime ve kültüre sahiptir. Bir defa coğrafi olarak batının ve doğunun kesişme noktasıdır.
Batıda ve özellikle AB bünyesinde Türkiye’nin “köprü” olma özelliği hakkında çeşitli değerlendirmeler olmakla birlikte bunu en iyi özetleyen yaklaşım Avrupa Komisyonu Ulaştırmadan Sorumlu Komiseri Violeta Bulc’un Nisan 2018’deki şu sözleridir: “Hepimizin zihninde Türkiye, Avrupa’nın Asya ile buluşma noktası, Doğu ve Batı arasındaki köprüdür. Köprü olmak bir ayrıcalıktır:
Her iki medeniyete de ait olma ve buluşturma potansiyeline sahip olma anlamına gelmektedir. Ancak, bunun tam anlamıyla gerçekleşebilmesi için, tüm düzeylerde somut işbirliğine ihtiyaç vardır.”
Türkiye, işte bunu sağlayabilecek bir hedefi “Yeniden Asya” adıyla dünyaya deklare etmiştir. Ne kadar uygulanabilir, ne ölçüde başarı sağlanabilir zaman gösterecektir fakat böylesi projeler Türkiye’nin içinde bulunduğu kıskaçtan çıkabilmesinde bir tür itici rol üstlenebilir.