Editörün Seçtikleri Gel mavi gözlüm gel Atatürk’üm gel

Gel mavi gözlüm gel Atatürk’üm gel

15.08.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Gel mavi gözlüm gel Atatürk’üm gel

Gel mavi gözlüm gel Atatürk’üm gel


Fikret Otyam / Alevi Dünyasını yazdı (1)

       1937 yılında Sivas Divriği Çamşıh köyünden ‘Altunana’ bir oğlan bebesi daha doğurdu, adını Feyzullah koydular

       Sıra ondaydı, Divriğili halk ozanında; sazını döşüne yerleştirdi, tezeneyi vurdu; marşla oyun havası arası bir ezgiydi.
       Sonra ağzını mikrofona yaklaştırdı, söylemeye başladı:
       "Kara kara çarşafları giymeden / Hakimlerimiz kadı olmadan / Sarıklı cübbeli yobaz gelmeden / Gel mavi gözlüm, gel Atatürk’üm gel / Gel mavi gözlüm, gel Atatürk’üm gel..."
       Yüzlerce kişi, Atatürk adını duyunca bir an sessizleşti ama hemen ardından Gödüklü Tepesi’ni alkışlar kapladı, ozan söylüyordu:
       "Herbir yandan hu sesleri geliyor / İlkelerin birer birer ölüyor / Cumhuriyet elden çıktı gidiyor / Gel mavi gözlüm, gel Atatürk’üm gel / Gel mavi gözlüm, gel Atatürk’üm gel"

       Burası Çamşıh
       Bolu Mengen’den aşçı yetişir, Siirt Tillo’dan sünnetçi, Sivas’tan tellak, Rize’den pastacı, Mardin’den kuyumcu ve yetişmeler uzar gider. Sivas / Divriği / Çamşıh’a sıra gelir. Çamşıh, yeni adlarıyla Şahin / Çakırağa / Gözecik / Balova / Gülpınar / Kaygısız / Başören / Eyüpağa / Dışbudak köylerinden oluşur, işte buradan da halk ozanı yetişir asırlardır.
       Çamşıhlı üniversite mezunu bir genç yedeksubaylığını bitirdi, Ankara Tuzluçayır’daki evinde töre gereği kurban kestirdi, dostlarını çağırdı, 1963’ün sonralarına doğruydu.
       Yirmiye yakın mihman (1) arasında, eski kafa kağıdında "Mezhebi: Hanefi" yazan salt bu satırların yazarıydı, diğerleri Ali evlatları.
       Bu, önce insan sevgisidir, inançtaki o anlatımsız hoşgörüdür. Ve inanca göre, eve gelen mihman Hazret - i Ali’nin ta kendisidir! Mihmana gösterilen bu yalansız / dolansız sevgi, saygı ve ilgi bu nedenledir.

       Tastamam ‘37 yıl’
       Bir güzel sofraydı, sofradakilerin birisi eline geçen Muhittin Divanı’nı büyük bir aşkla okuyor, sofrada çıt yok ve sırası gelende sofradaki bir başka can, yamacındaki "Telli Kur’an"ı (2) alıyor döşüne, nefesler / deyişler çalıp söylüyor... Biraz ötede bir başka sofra var, orada da saz var yamaçta duran.
       Ev ve sofra sahibi genç Mustafa Timisi’ye işaret ediyorum, o da çalsın diye ve çalmaya başladı ve ses alma aracım açıktı ve "37" yıl önce bir dostluk / kardeşlik böyle başlamıştı. İsteğim üzerine Cumhuriyet Ankara Bürosu’na yanıma geldi, sordum, sordum, sordum aklıma ne gelirse ve hepsini, hepsini, hepsini yanıtladı atlamadan / sektirmedin.
       1937’de Sivas / Divriği Çamşıh köyünden "Altunana" bir oğlan bebesi daha doğurdu, adını Feyzullah koydular. Rivayet olunur ki soyu Ahmet Yesevi’ye çıkıyor. Çocuk, köyde yufka ekmeği, peynir, bal, yoğurt ve Pir Sultan Abdal ve Kaygusuz Abdal ve Hayati ve Harabi ve Seyrani ve dahi nice ulu Alevi ozanlarının deyişleriyle büyüdü / gelişti ve niceleri gibi saza hevesi düştü "Görgü Cemleri"nde (3) dedelerin dizlerinin dibinden ayrılmadı herbişeyi yazdı körpe beynine yılı ve de zamanı gelende ortaya dökmek için ve yıl geldi, 1950.
       Zaman plak devri, her ozanın yüreğinde kırkbeşlik plak yatar idi o yıllar ve elbette Feyzullah’ın da. Sivaslı Agahi Baba’nın asırlık Fezilet’ini okudu, arka yüzü ise Malatyalı Esiri’nin Hazret - i Hüseyin için bir "mersiye" idi ve yer yerinden oynadı, özellikle Alevi / Bektaşi toplumu çıldırıyordu! Bir başka tezene vuruş, bir başka tarifsiz bir güzel ses, her sözün apaçık hakkını veren, tane tane.
       İstanbul’da bakkal çıraklığı / Hamallık / Ankara İtfaiyesi’nde yangın söndürücülük / Sivil Savunma’da işçilik ve kevgire dönmüş ciğerlerinden ötürü malulen emeklilik!
       Evlenmiştir, bir kız ve de bir oğlan bebesi. Mutludur ve bu mutluluk altı yıl sürecektir, eşi böbrek yetmezliğinden ozanı ve iki bebesini bırakıp öte dünyaya göçecektir.
       Yeni kırkbeşlikler... Yeni başlayan bir başka ses / saz duyurma: Kaset. Ardı ardına kasetler ve yurtdışındaki yurttaşlar kapışır olmuştur Feyzullah Çınar’ın tüm yapıtlarını ve o artık ünlüdür.

       Her boydan meraklı, peşinde
       Alevi toplumunun önde gelen isimlerinden Avukat Cemal Özbay bir öneri getirdi; çok, ama çok istediklerini belirterek. Alevi / Bektaşi kültürü / düşüncesi / yaşamları / inançları gelenek ve görenekleri üzerinde önemli çalışmaları olan ünlü profesör Irene Melikoff bu konularda Avrupa üniversitelerinde ders verebilecek ve söyleşiler yapacak birini önermelerini istemiş, 1962 yılında, önce Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan, ardından kitap olarak basılan "Hu Dost" adlı ve bu konuları içeren çalışmam akıllarına bu canı düşürmüş! Haddini bilmek ne güzeldir, teşekkür yeter m’ola? Onlara bir de isim verdim! Aşık Feyzullah Çınar ve Profesör Melikoff, Hacı Bektaş Veli törenlerinde Feyzullah Çınar’ı tanır ve 1968 yılında ozanı saldık Fransa’ya Melikoff eşliğinde. O artık Paris’te, Bern’de, Bazel’dedir ve dahi Strasburg’da, Bonn’da Doğu ve Batı Berlin’de üniversitelerdedir, büyük salonlarda söyleşilerdedir ve dahi TV’lerde ve dahi radyolarda, ama O’nun için kocaman bir uzunçalar yapmak Fransız televizyonuna nasip olacaktır.
       Beyaz kapak üzerinde kocaman ‘TURQUIE’ yazıyor, hemen altında da şunlar:
       "Shante de d’ Anatolie / Par Ashık Feyzullah Tchinar"
       Uzunçaların binlerce sattığını duyduk. Geçen yıl yeni baskısı yapıldı, ilk gün sekiz yüz bin satıldığını gazeteler yazdı.
       Çoğu halk konserlerinden sonra gözaltına alınmalarına adeta "bağışıklık" kazandı yurda döndüğünde!.. Yetmişli yıllarda sık sık yurtdışına çıktı konserleri için, pasaport babında bana fazla iş düşmedi!

       Bir lord kadar şık
       Bir Avrupa dönüşü gazeteye geldiğinde hepimiz kılığına / kıyafetine hayran olmuş takılmıştık, "Marklardan n’aber Feyzullah?"
       Yanıtlamadı, büro yardımcısı daha o söylemeden kahvesini getirdi, o, pipo çantasını çıkardı, pipoyu tütünledi pipo çakmağıyla yaktı, hepimiz bakıyorduk "bankada" dedi!..
       Etrafına bakındı, "İngiliz lorduymuş, cebinde bi peni mi ne karınağrısıysa yok, öyle bir lord!.. Açım lan Otyam, açım!. evde çocuklar da aç!.."
       Acı doluydu yüzü... Her zamanki gibi olanı paylaştık, tıpkı lokmalarımız / demlerimizde olduğu gibi. O dürüst bir ozandır ne anlar ticaretten? Birisi çıkagelmiş yanına, yüz kaseti birlikte dolduracak bir cihazdan söz etmiş, bunu Türkiye’de kurarlarsa ne biçim para kazanırlarmış... Uzatmaya ne gerek var ama önemlisi, ne adam, ne makine ne de desteyle marklar! Bunlar yok!
       Aç bilaç dönmüş İstanbul’a, oradan da almışlar biletini dar atmış kendini Cumhuriyet Ankara Bürosu’na!
       Bir uzunçalar... Avrupa’da hakkında çıkan yazıların kopyaları ve kısa bir mektup Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay’a:
       "Sevgili Vedat
       Bu ozanın çoluk çocuk aç yaşadığı Ankara’da tok yaşamaktan utanıyorum."
       Sabahın köründe aradı sevgili Dalokay, heyecan içindeydi, neredeyse sabaha kadar dinlemiş, okumuş / okutmuş yazıları.
       Üç gün sonra Çamşıhlı Aşık Çınar, cumartesi ve pazar günleri moral eğitimi babında sayıları yedi bine ulaşan temizlik işçilerine çalıp söylemeye başlamıştı kadrolu olarak...
       İkinci eşinden de çocukları oldu.
       O varken ses alma aracım hep açık oldu. 1957 yılından bu yana derlediğim Alevi / Bektaşi müziği doksan saati aşkın, bunun neredeyse yirmi saati Feyzullah’tandır. Arşivimin tümünü armağan ettiğim Mannheim (Almanya) Alevi Kültür Merkezi bir yıl süren bir çalışma sonunda bunların hepsini CD’lere aktardı. Ünlü halk ozanımız Aşık Daimi’nin kızı Uğurcan bunların tüm ayrıntılarını kayda geçirdi, elliye yakın CD, Kültür Merkezi’nin bir teşekkür armağını olarak kitaplığımdadır.
       Divriğili halk ozanı Aşık Hasan sürdürüyor çağrısını: "Aşık Hasan saçlarını yolmadan / Anadolu Arabistan olmadan / Sivas gibi bu insanlar yanmadan / Gel mavi gözlüm, gel Atatürk’üm gel"
       Yüzlerce insan, öğrenmesi de kolay olan deyişe elleriyle tempo tutuyor ve ozana avazlarıyla eşlik ediyor... Gel mavi gözlüm... Gel Atatürk’üm gel.. çağırışı mavi göğe yükseliyor, su olup çağlıyor, kuş olup şakıyor, yel olup yedi iklim dört köşeye dağılıp gidiyordu ve "çağırış" bittiğinde, iki bine yakın insan oturdukları yerden ayağa kalkıyor ozanı alkışlıyor, kıvanç ıslıkları / yaşşalar / varollar birbirine karışıyordu.
       Video kameramın yaklaştırma düğmesine bastım, sahnedeki Atatürk büstüne odaklandım; mavi gözlü adam bu yalansız / bu dolansız içten coşkuyu / sevgiyi / özlemi yaşıyor gibiydi.
       İnsanlar düşsüzlükten yoksun kalmamalı, insanoğluna düşsüzlük yaraşmaz, hiç yaraşmaz; çekimi yaparken bir TV yöneticisi oluverdim ve bu parçayı her sabah, ama her sabah sunar oldum!
       Bir konseri nedeniyle yine "mapus damlık" oldu ozan, Haydarpaşa’dan yolcu ettik ve jandarmalar kelepçesini çözdüler kompartımanda ve olay yeri güneyde bir ilin bir ilçesinde buldu kendini!
       Ve ülkemin tek TV’sinde siyah / beyaz ak camda O, koca kafası, gür sesi, kutudan taşıyor sanki, yarım saatlik bir program bu! Neden gülmeyelim? Güldük ve fotoğraf makinemi kapıp birkaç portresini çekiverdim. Bunlardan birisi dış kapağını yaptığım / iç yazısını yazdığım ve de adını koyduğum "Hu Dost" adlı uzunçalarının arka kapağında basılıdır!

       Tatilimi bozma ha...
       Sağlığını öğrenmek için telefon ettiğim cezaevinin müdürü adımı verince "ağabeyim, ben.." diyor, ekliyor, "Emanet ağabey!."
       İki dakika sonra aşık telefonda, canı sıkkın, "Boz atlı Hızır mısın a mübarek burada da buldun... Sakın ola çıkmam için uğraşma, inan Otyam can, hayatımda ilk kez tatil yapıyorum, tatilimi bozma haa..."
       Bir hafta sonra 19 Aralık 1987’de bir Ankara ziyaretimizde mapusluk öyküleri eşliğinde / özlediğimiz deyişleriyle kutladık 61’inci yaşımı!
       Ankara’yı Ankaralılara bıraktık, 27 Mayıs 1979 tarihinde Antalya ilinin adı da güzel Gazipaşa ilçesi sakiniyiz.
       İki yıl sonra iki kişi gittiğimiz Ankara’dan üç kişi dönüyoruz, Çamşıhlı halk ozanı Aşık Feyzullah Çınar en hasından ağırlandı o ise her zamankinden daha duygulu çalıp söyledi, ama bir acı gözledik, ne o anlattı ne de biz sorası olduk.
       Dünya, türkülü türküsüz dönüyor.
       Evimize en yakın komşumuz Tanrı!
       Ekinler biçilmiş, saat onüç otuz. Çarşı dönüşümde Filiz’i tarlada dolaşır bulunca atlıyorum jeepten. Yüzü acılı... Ya onlardan ya bizden bir "karahabar"dı bu, konuşamıyor, yanıtlayamıyor sorumu, neden sonra sadece "Feyzullah" diyor... On üç haberlerinde radyo duyurmuş.
       Ve TV’de, yirmi üç haberlerinde ozan o pek sevdiği mavi gömleği sırtında çalıp söylüyor, hem de en sevdiğimiz bir parçasını:
       "Eyvallah dostlar" Bu, benim gazeteden ayrıldığım gün yazıma koyduğum başlıktı.
       Sabahın köründe temizlik yapan işçileri "teftiş" etmiş, zira işçilere çalıp söylemek kaldırılmıştı ve sabahın köründe bir duvara oturup dinlenirken o canım yüreği duruvermiş!
       O şimdi, Mamak’ta, Belediye’nin yaptırdığı Feyzullah Çınar Parkı’nda kocaman bir heykeliyle de yaşıyor. Çamşıh Şahin köyünde, yirmi iki yıl önce Cürek Maden İşçileri grevinde tanıdığım halk ozanı Hüseyin Gazi Metin’in evinde mihmanız, o artık "dede"dir ve eşi Feyzullah’ın bacısıdır. Eve girişte soldaki ilk odada bir "hatun" var, girip çıktıkça eve, odaya giriyor, sarılıp öpüyorum bu hatun kişiyi, gözleri doğuştan sürmeli. O da sarılıyor boynuma, öpüyor, kokluyor ve acıyla soruyor:
       "Senin gardaşın nitti bööle, nitti haa?"
       "Altunana" doksanın üzerinde, küsuratı ya altı ya yedi imiş!. Armağan getirdiğim bir siyah / beyaz fotografı koklayıp öpüyor, sonra katlayıp döşüne sokuyor. Bu fotograf, oğul Feyzullah ile "gardaşının" tek fotografıdır; yine soruyor başını yukarı çevirip:
       ‘Niye ben değil de o?’ Fotoğrafı alıyor döşünden, sarılıyoruz, Filiz denklanşöre basıyor.

       Çamşıh Halk Ozanları Şenliği
       Cam kırın / cam çerçeve masa kırın ama asla, ama asla gönül kırmayın, onarması öyle zordur ki. Çamşıhlılar üç yıldır el ederler şenliğe gel diye, nasıl, nasıl bir rastlantıdır bu; o tarihlerde ya sergilerimiz ya da söyleşiler için Avrupa’dayız! Söz verdik bu yıl için, işlerimizi ona göre ayarlayacağız, bu söz’dür ve sözde durmak ne keremdir bilir misiniz?
       Gazipaşa / Antalya arabayla, Antalya / Ankara uçak ile... Ankara’dan da Sivas uçağına. Feyzullah’ın yeğeni Rüstem Metin ve avukat / yazar İsmail Metin kapıverdiler bizi havaalanından alıcı kuşlar gibi. Anlatımsız bir ikram izzet!.. Çaylar, kahveler kolanyalar ardı ardına, Madımak Oteli biraz ötede, onarılmış.
       Yolda çocuklara öğüt veriyorum:
       "Bakın ey canlar, siz siz olun bidaha buraya gelip tıkınmayın... Yakmaktan vazgeçmişler anlaşılan, bu kelli ikramla öldürecekler."
       Tatlı tatlı gülünür, bunun acısı da var, gülmeler öyle oldu. Sonra malum, yüzlerce insan haykırıyor / çağırıyor: "Gel mavi gözlüm, gel... Gel Atatürk’üm gel.. Gel... Gel..."
       Acep gelir m’ola?
       Meraklısına not: (1) Mihman: Misafir, konuk; (2) Telli Kuran: Saz; (3) Görgü Cemleri: Musahiplik, yol kardeşliği töreni.

       Ey okur: Yarınki yazı Hüseyin Abdal’ın atalarını ve bir kolunun uzandığı Malatya ili Akçadağ ilçesi Kürecik Bucağı’na bağlı Kör Süleyman Köyü’nde olup bitenleri anlatır.

Yazarlar