Editörün Seçtikleri Yardıma muhtaç vahşiler!..

Yardıma muhtaç vahşiler!..

30.01.1999 - 00:00 | Son Güncellenme:

Yardıma muhtaç vahşiler!..

Yardıma muhtaç vahşiler..

       KAÇ kere yazdım, kaç kere sövdüm hatırlamıyorum. Yine dövüyorlar, yine öldürüyorlar. Bu vahşiler ordusunu yaratan ne? Eğitimsizlik mi, doğurup doğurup sokağa atmak mı, gelenekler, görenekler mi, kadınlar mı? O kadınlar ki, terk etmeyi asla düşünmeyen ya ölen, ya öldürülen...
       Hürriyet'in birinci sayfasındaki haberin başlığı şöyle: "Kalp krizinin nedeni dayak". Gülhan Yaşar evlendiği günden bu yana kocasından dayak yiyordu. Son dayağın nedeni 'vitrine bakmak'tı. Sonunda canına tak etti, ilaçla intihar etmek istedi. İlaçlar öldürücü değildi, ölüm nedeni kalp kriziydi, bunun da nedeni aşırı dayağın getirdiği stresti...
       Prof. Dr. Aziz Ertunç'un yolladığı e - mail'de ise şunlar yazıyor; "Güllü Bozkurt 20 yaşındaydı ve ikinci çocuğuna hamileydi. Kocası tarafından dövüldü, Hacettepe Hastanesi'ne kaldırıldı. Burun kanaması durdurulup evine yollandı. Yine kocası tarafından ağır bir şekilde dövüldü ve hastaneye kaldırıldı. 25 Ağustos'ta saat 04.50'de sezaryenle çocuğu alındı. Güllü komadan çıkamadı ve eylül ayında öldü. Kocası ise 'beni dinlemiyordu' diye kendini savunuyor..."
       Bunlar yanlızca iki örnek. Bu erkeklerden "insan" diye mi söz edeceğiz şimdi?
       Psikiyatr Mansur Beyazyürek'e açtım telefonu, "Belki de bu insanlara yardım etmemiz gerekir" dedim. "Evet, ben de böyle düşünüyorum, bu insanlara yardım etmeliyiz" dedi. Yardım etmeliyiz dediğimiz insanlar dövülen kadınlar değil, döven erkeklerdi. Çünkü onların normal olmadığını düşünüyorduk.
       "Nasıl bir ruh yapıları var kadınları döven erkeklerin" diye sordum. Anlattı: "Dayak atan ve şiddet gösteren erkeklerde güçsüzlük, kendine güvensizlik, düşünce fakirliği vardır. Kendilerini geliştirememiş insanlardır. Şiddet gösterisi, kendini kanıtlamak, kendi benliğini yakalamak savaşıdır. Bunlar yardıma muhtaç zavallılardır. Duygusal ve düşünsel gelişimlerini tamamlamamışlardır. Çoğu bunu düşünerek, planlayarak yapmaz, içgüdüsel davranırlar. Düşünsel, duygusal, cinsel açıdan sağlıklı yaşasa niye şiddet göstersin?"
       Aynı günlerde Posta'nın mahşeti: "Eşinin dayak ve hakaretinden bıkan 65 kadın soluğu mahkemede aldı. Sonuçlanan 55 davada koca aleyhine karar verildi. Bu tablo kadının zaferi olarak adlandırıldı. "
       Tüm kadınlar erkeğe muhtaç olmadıkları ve ilk tokattan sonra çekip gidebilecek güce sahip oldukları zaman, bu, gerçek bir zafer olacak... Kadınlar kendi ayakları üzerinde durmak üzere eğitildikleri zaman gerçek bir zafer olacak...

       KADIN adaylar konusunda yazılarımızla ilgilenen tek parti şimdilik CHP. Ötekiler cevap bile vermiyor. Ben de CHP'nin kadın adaylarını size tanıtmayı sürdürüyorum. Merkez ve ilçeleriyle yüz bin oya sahip İnegöl'den CHP iki tane kadın aday çıkarıyor. İnegöl Merkez Belediye Başkanlığı için Münire Demirok, Alanyurt İlçesi Belediye Başkanlığı için Engin Başar.
       Serap Sevük ve Doç. Dr. Meral Sağır ise Antalya'dan CHP milletvekili adayları. Eğer seçilirlerse Antalya'nın ilk kadın milletvekili olacaklar.
       Benim oy verme ölçüm partinin yolsuzluğa bulaşmamış olması ve kadınlara yer açması. Kadınlara yer açmayan partiler şiddet içeriyor. Birbirleriyle duygusal, düşünsel bir şeyleri paylaşamayınca birbirlerini dövmeye, tükürmeye, masaları yumruklamaya kalkıyorlar. Kadınlarda duygusal paylaşma çoktur. Kadınların çok sayıda bulunacağı bir meclisin çehresi değişecektir. İnegöllü ve Antalyalı adaylara başarılar diliyorum.


       MR'a girmek diye bir deyim var hastalar arasında... Hani şu manyetik rezonansla içinizin fotoğraflarını çeken o boru gibi aletlere giriyorsunuz ve içeride sıkıntıdan mahvoluyorsunuz. Bu sıkıntı öyle bir anlatılıyor ki, hastalar daha girmeden korkup bunalıyorlar.
       Bu bayramda, Paris'te, sırtımdan göğsüme doğru vuran ve nefes almamı bile engelleyen o korkunç ağrı olmasaydı geçen gün MR'a girip o kadar uzun süre kalmayacaktım. Doktorum Fahir Özer, "Çok uzun sürmeyecek, korkmayın" dediğinde, korkmuyordum aslında. Daha önce de boynum için bir kez girmiştim ve nefis bir yöntem bulmuştum daralmamak için. Ama bu kez "tümüm"le giriyorum o daracık boruya. Bakalım yöntemim işime yarayacak mıydı?
       Üzerinizde ve içinizde en küçük bir metal parçası olmadığına dair bir kağıt imzalıyorsunuz önce. Soyunuyor, hastanenin kimonosunu, kağıttan terliğini giyip ince uzun "şey"in üzerine yatıyorsunuz. Elinize bir şey tutuşturuyorlar ve diyorlar ki, "ihtiyaç hissettiğinizde bunu sıkın". Bunu duyduğunuz anda içeride sıkılacağınızı anlıyor ve lastik topu sıkmak ihtiyacı duyuyorsunuz hemen. "Müzik dinlemek ister misiniz" diye sorarak bir kulaklık uzatıyorlar. Çalan müzikten hoşlanmıyorum, zaten kulaklıklar başımı sıkıyor. İçerideki gürültüye razı oluyorum. "Hiç kıpırdamayın, çok derin nefes almayın, gerekmedikçe yutkunmayın" diyorlar ve içeri doğru yolculuk başlıyor ben de hemen gözlerimi kapatıyorum. Dakikalar boyunca bir saniye bile gözlerimi açmadan yatmayı başarıyorum. Böylece ne kadar dar bir yerde olduğunuzu anlamanız mümkün değil artık.
       Fakat burnum kaşınıyor... birden bire derin nefes almam gerekiyor... ve kocaman bir yutkunma isteği duyuyorum. Burnum neden kaşınıyor şimdi durupdururken. Arada bir şefkatli bir ses, "iyi misiniz" diye soruyor. "İyiyim" yanıtını alınca, "üç buçuk dakikalık yeni bir seansa giriyoruz, kıpırdamayın" diyor. Çevrenizde sizi saran o kocaman boru ile bedeniniz arasında bir karışlık mesafe bile yok, nasıl kıpırdayabilirim ki? Küçük bir tıkırtı başlıyor, sonra beyninizin hemen yanıbaşında büyük bir gümbürtü oluşuyor. Ve üçbuçuk dakika dedikleri süre say say bitmiyor.
       Borudan tamamen çıktığımda gözlerimi açıyorum... Kendimden çok memnunum. Hiç sıkılmadım, bunalmadım. Kendimi öyle bir eğitmişim ki bunu size de tavsiye ederim; kendinize şöyle söyleyin, "Ben bunu yapmak zorundayım, sıkılmak hiçbir işe yaramaz... Yapacağım..." O zaman yapıyorsunuz. Biraz burnunuz kaşınıyor ama, o kadar da olur artık...

       AVRUPA Konseyi, kurulduğu 1949 yılından bu yana ilk defa bir komisyonuna bir Türk'ü başkan seçti... Üstelik bu Türk bir kadın... Kadınlarımız bir türlü Türkiye'deki komisyonlardaki erkek egemenliğini delemediler ama işte bir kadın, Lale Aytaman Strasbourg'daki Avrupa Konseyi'nin komisyonlarından birinin, "Çevre Yerel ve Bölgesel Yönetimler Komisyonu"nun 54 kişisinin başkanı oldu.
       Lale Aytaman'la Strasbourg'da sıcağı sıcağına konuştum. "Avrupa Konseyi 50. yılını kutluyor, nihayet bir Türk başkan seçildi" dedi. Adaylar belirlenmiş, konseydeki bütün partiler uzlaşmış ve oy birliği ile Aytaman'ı seçmişler. Mutluydu elbette, dedi ki: "Biz Avrupa'da, Avrupa'yı ve bütün dünyayı ilgilendiren konularda eşit ilgimiz olduğunu gösterince, onlar da bizi eşit partner olarak görüyorlar. Ciddi bir katılım olunca bir yerlere geliniyor. Ben daha önce başkan yardımcısıydım, çok ciddi çalışmalarım oldu. 50. yılında da olsa böyle bir kapının açılmasından mutluluk duydum. Evet Türkiye'de kadın olarak komisyon başkanı olmak bile zor ama gayret edersek bir şeyler başaracağız."
       Onu kutluyorum.


Yazarlar