Eğitim deyince aklınıza gelen ilk 3 kelime ne olur?
Kalite, liyakat, iyi ki okumuşum mu yoksa çok daha farklı kelimeler ve cümleler mi?..
Eğitim = sınav olduktan sonra tüm değerler ve değerlendirmeler rafa kalktı.
Tüm enerjimizi, zamanımızı ve kaynaklarımızı sınavlar için harcadık ve geldiğimiz nokta ise orta!
Öğrenci ve veliler de mutsuz, öğretmen ve işverenler de.
Oysa sınav için harcanan kaynaklar, zaman ve enerji, istihdam odaklı eğitime ve kendi işini kurmak isteyenlere sermaye olarak akıtılsaydı, her şey çok daha farklı olabilirdi.
Eğitim ve eğitime yön veren kişi ve kurumlara karşı negatif yönde bir algı söz konusuyken “Hayır, her şey yolunda” demek ne kadar inandırıcı? Ya da yatırım ve bütçe olarak eğitime çok önemli katkılar sağlanırken “hiçbir şey yapılmıyor” demek ne kadar doğru?
Yapılanlar ile yapılmayanlar, harcananlar ile boşa harcananlar, kalite ile dibe vurmalar, hoşgörü ile dayatmalar, özgürlükler ile kısıtlamalar, mezuniyet puanları ile sınav puanları arasındaki uçurumlar, liyakat mı yoksa sadakat mı, diploma mı yetkin
Sınavla öğrenci alan en iyi okullardaki barınma ve burs problemleri ayyuka çıktı ama nedense Ankara duymak istemiyor!
Liselere Giriş Sınavı’nda (LGS) soruların tümünü çözen öğrenciler ve aileleri şampiyon olduklarına adeta pişman olmuş durumdalar.
En köklü, en başarılı liselerimiz, yurtlarda yer yok gerekçesiyle Anadolu’dan başta İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer kent merkezlerine gelmek isteyen öğrencilere “Bizden umudu kesin, başınızın çaresine bakın” telkininde bulunuyorlar.
Peki bu öğrenciler ne olacak?
Kimilerinin iddia ettiği gibi özellikle özel okullara mı yönlendiriliyorlar?
Öğretim kurumlarını değerli kılan sadece binaları değil, öğretmenleri, öğrencileri, velileri ve mezunlarıdır.
Aidiyet hislerini yok edip onları değersiz kılar ve sıradanlaştırırsınız hemen olmasa da bir süre sonra bırakın şampiyonları, puan sıralamasının ilk yüzde 10’luk diliminden bile öğrenci bulamaz hale gelirler.
Çevrenizdeki liselere, üniversitelere bir göz atın. İlk 100’den, ilk 1000’d
Bizim gibi bir ülkede bu dört konuda kesinlikle bir sorun yaşanmıyor olması gerekiyor.
Barınma konusunu ele alalım.
Dünyanın en büyük inşaat sektörlerinden birine sahibiz. Her yıl yüzbinlerce hatta milyonlarca konut üretiyoruz.
Fazla değil yılda birkaç yüz yurt ya da yatılı okul açsak barınma konusunda hiçbir sorun yaşanmayacak.
Hatta bu konu minik yasal düzenlemeler ile devletin kasasından beş kuruş çıkmadan da kolayca çözülebilir.
Her bin konut yapan bir de yurt yapsa olay kendiliğinden sorun olmaktan çıkar.
Devlet de yaptığı yurtları, özellikle de liselerde, etkin siyasetçilerin seçim bölgelerine değil de ihtiyaç duyulan yerlere yapsa, bir yanda öğrenciler yurt bulamadığı için en iyi okullara gidemezken, öte yanda koca koca yurtlar yarı kapasiteyle çalışıyor noktasına gelinmezdi...
Fırsat eşitliği için şart
Bir milyona yakın öğretmenimiz atama beklerken 80 bine yakın ücretli öğretmen istihdam etmek kabul edilemez.
Hele ki kadrolu olmayı fazlasıyla hak eden öğretmenlerimizin ücretli olarak üç kuruş maaşa taşeron mantığı ile çalıştırılıyor olmaları hiç kabul edilemez.
Nasıl ki yargı mensuplarının, milletvekillerinin ya da kamusal görev yapan diğer meslek mensuplarının ücretlisi, geçici görevlendirileni olmuyorsa öğretmenlerin de asla olmamalıdır.
Neden mi?
Onlar geleceğin mimarlarıdır da ondan!
Neden mi?
Bir kişinin ömrü boyunca karşısına çıkacak en büyük şans, kendisini keşfedecek, geliştirecek, doğru yönlendirecek bir öğretmendir de ondan.
Neden mi?
Bizdeki heyecan hiç bitmez. Bizi ulus olarak diri tutan da, farklı kılan da o.
Umudumuzu asla yitirmeyiz, küllerimizden yeniden doğarız.
Bu yüzden en umutsuz anlarda bile tünelin ucundaki ışığı görebilmek için sonsuza dek sabırla, metanetle yürüyebiliriz…
Eğitime dört elle sarılmamız bu yüzdendir. Onu hayatımızı değiştirecek altın bilezik olarak görürüz.
Çocukların çocukluğunu, gençlerin gençliğini yaşayamadan dört nala sınavlara koşması, ebeveynlerin her türlü maddi ve manevi fedakarlığa katlanması bu yüzden.
Biz yetişkinlere, geleceğe yön verenlere, aklın ve bilimin sesi, kamuoyunun vicdanı olanlara düşen görev, her çocuğu kendi çocuğumuz olarak görüp tekinin dahi mutsuz olmayacağı sistemler yaratmaktır.
Bu o kadar zor mu?
Zor hem de çok zor ama kazanımları da bir o kadar çok. Her türlü olumsuzluğa rağmen uğrunda bu denli mücadele verilmesinin nedeni de budur.
Lise ve üniversitelere giriş maratonunda ilk aşama bugün yapılacak olan AYT ile sona eriyor.
Sonuçların açıklanmasından sonra tercihler, yerleştirme ve kayıt süreci ile yola devam edilecek.
Peki LGS ve YKS yeterince adil, yeterince ayırt edici, yeterince yönlendirici ve en önemlisi de yeterince güven verici miydi?
Yapılan anketler, açıklamalar ve değerlendirmeler pek de bu yönde değildi. Özellikle LGS’ye yönelik “çok zordu” eleştirileri öne çıktı.
Karnelerdeki hormonlu notlar, Ortaöğretim Başarı Puanı (OBP) ve öğrenim ücretlerine yönelik şikayetler de havalarda uçuşuyor ama üzerine alınan yok.
MEB, YÖK ve ÖSYM sanki bu işten hiç sorumlu değillermiş gibi olup bitenleri sadece izlemekle yetiniyor…
Sınavlar kalkar mı?
Sınavlar tümden kalkmasa da umut tacirliğine son verilerek, sınava giren aday sayıları minimuma indirilebilir.
Sınavların gölgesinde işsizlik konusunu bir kez daha tüm detayları ile ele almakta sonsuz yarar var.
Sonuçta en iyi lise ve fakülte arayışının da en iyi meslek seçiminin de temelinde yatan en önemli etkenlerden birisi de istihdam!
Peki popülerler olan meslekleri mi seçmeniz gerekir yoksa alacağınız puana göre girebileceğiniz öğretim kurumlarından birine ya da uzun süredir hayalini kurduğunuz bir mesleğe yönelik olarak mı o ilk adımı atmalıyız?
Tercihlerin sınavlardan çok daha zor ve karmaşık bir süreç olması bu yüzden.
Genelde sınavlar için yıllarca süren bir hazırlık yapıyoruz ama tercihlere sadece birkaç gün ayırıyoruz!
Bu yüzden de her yıl sınavı kazanan yüzbinlerce üniversite öğrencisi yeniden YKS’ye giriyor ya da okuduğu bölümle hiç alakası olmayan işlerde çalışıyor. Ana neden işsizlik gibi görünse de pek çoğu seçtiği mesleği sevmediği ya da bir türlü sevemediği için o sektöre yönelmiyor…
Veli ve öğrencilerin eğitime bu kadar öncelik vermeleri,
İnsan gücü planlaması, istihdama göre eğitim, ilgi, yetenek, beceri ve performansa göre yönlendirme, meslek yelpazesi, yöresel kalkınmaya yönelik eğitim modelleri bize çok yabancı gelse de “işsizlikle mücadele” konusunda olmazsa olmazların başında geliyorlar…
Doğan her çocuğu üniversite önüne yığmayı hatta mezun etmeyi, sınavlarda en zor soruları sormayı, Türkçe ve Matematik dışındaki dersleri adeta yok saymayı, herkese takdir teşekkür vermeyi, diplomalı kişi sayısını artırmayı, yabancı dille eğitim yapıyormuş gibi görünmeyi, mesleki eğitimden uzak durmayı, sınav bataklığında debelenen çocuklarımızı yarış atı gibi yetiştirmeyi bir marifet sayıyoruz ama eğitimdeki en yanlışlarımızın en başında bunlar geliyor…
Peki sonuçta kazanan kim oluyor?
Çocuklarımız mı, ülkemiz mi, ebeveynler mi, eğitim mi, bilim insanları mı, araştırmacı ve kalifiye eleman arayanlar mı yoksa sınav sektörü mü?..
Ülkemizde milyonlarca işsiz varken, yurtdışından getirilen ya da mülteci olarak gelip de ülkemizde çalışan yine