Aslı Perker

Aslı Perker

asli.perker@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Ağrı’da devlet hastanesinde teknisyen olarak çalışan genç bir kadın bu şehirden o kadar nefret etmiş ki bir daha ağrı kelimesini kullanmayacağını, başı ağrısa başım acıyor diyeceğini söylemiş.
Tabii bunu Facebook’ta paylaşınca başına neler gelmiş olduğunu tahmin edebilirsiniz. Vanlılar alınmış, alınmakla kalmamış sinirlenmiş, işi ölüm tehditlerine kadar vardırmışlar. Genç kadına koruma verilmiş, başka bir şehre tayini çıkmış.
Halbuki bir insanın bir yeri sevmesi kadar bir yerden tutkuyla nefret etmesi de normal bir duygu. Hani Yahya Kemal ile ilgili anlatılan bir olay vardır. Ankara’nın başkent ilan edilmesi üzerine pek çok yazar bu şehir üzerine methiyeler düzmeye başlamış. Yahya Kemal’den tık yok. Sonunda sormuşlar ‘’Üstad, Ankara’nın hiç mi iyi bir yanı yok?’’ diye, o da ‘’Var,’’ demiş, ‘’İstanbul’a geri dönmesi.’’ Kendisinin bir İstanbul sevdalısı olduğunu biliyoruz, ama bu cevapta aslında daha çok Ankara‘dan hazzetmeme söylemi var gibi geliyor bana.

100 yıl sonra küskünüm
Evvel ezel Mark Twain’i çok severim. En çok sevdiğin yazarlar kimler diye sorulduğunda daima ilk üçe girer. Belki daha Anadolu Lisesi hazırlık sınıfı öğrencisiyken ilk İngilizce okuma tecrübemi onun hikâyelerinden biriyle yaptığım içindir. Ancak gelin görün ki onun İstanbul’dan fena halde nefret etmiş olması her zaman kanıma dokunur. Twain İstanbul’a 1800’lerin sonlarında gemiyle gelir. Gemiden şehre bakınca büyülenir. Hatta karaya çıkmak için sabırsızlanır. Ancak bir kere çıktı mı bir kaosun içine düştüğünü anlar.
Bir kere her şeyden evvel başı sokak köpekleriyle derde girmiştir. İkincisi çıkmaz sokaklarda tıkanır kalır. Tozdan topraktan, yerlerde yatan dilencilerden fenalık gelir ve nihai kanaatinde İstanbul hakkında zehir zemberek laflar eder. Üstelik düşüncelerini yazdıkları aracılığı ile dünyayla da paylaşmıştır. O zaman bu işten kimler alındı yahut haberleri oldu mu bilinmez ama eminim benim gibi 100 küsür yıl sonra bir burukluk hisseden vardır.

Nefret etmeyi bilmeli
Jean-Pierre Jeunet ünlü bir Fransız yönetmen biliyorsunuz. Onun da Los Angeles’tan kaçışı bir o kadar etkilidir. Bir müddet Alien’ı çekmek için Los Angeles’ta yaşamak zorunda kalan Jeunet film bittikten sonra ilk uçakla Paris’e döner, dönmekle kalmaz hemen kısa bir Paris filmi çeker. Hasretinden değil, Los Angeles’a nefretinden. Ki bu nefreti çok iyi anlayabiliyorum. Şahsen Los Angeles’tan o kadar nefret etmiştim ki, dönüşte bir Karaburun filmi bile çekebilirdim.
Neden mi Karaburun? Ben de bizim Ege’nin bu beldesinden pek hoşlanmam. Aman, bana hiç teessüf e-mailleri göndermeyiniz, daha önce yapıldı ve hatta benim Karaburun’dan kovulmuşluğum var.
Bundan yıllar evvel denk gelmişti, başka bir gazetede gene bir Karaburun yazısı yazmıştım, o zamanki belediye başkanı bizzat arayıp bir daha buraya gelmeyin demişti. Gitmedim de hakikaten. Zira çocukluğumda bana kan kusturan Karaburun ile ilişiğimi kesmek için demek ki kovulmak gerekiyormuş. Bana acaba bir kez daha ziyaret etmeli mi dedirten bir tek enginarı var; bu dünya güzeli sebzenin kalbine, kabuğuna olan saygım olmasa bir daha semtine uğramak aklımın ucundan geçmeyecek.
Şehirler, mekanlar da insanda aşk yahut nefret gibi duygular uyandırabiliyor işte. Van’la bir alıp veremediğim yok, hatta Van Gölü’ne hayranım ama belki Goethe’den etkilendiğimden, şair dediğin nefret etmeyi bilmeli misali, Ö. V. harfleriyle tanımlanmış bir kişinin bir yere karşı bu kadar net duygularını ifade etmesi de hoşuma gitti doğrusu. Belki de kendime yandaş bulduğumdan.