Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Geçen hafta yaşanan gelişmeler, sergilenen tavırlar, yapılan açıklamalar maalesef durumu daha da netleştirdi benim gözümde. Etkili ve yetkili konumda bulunan sivillerimiz ve askerlerimiz, isteyerek ya da istemeyerek Türkiye’yi dört başı mamur bir krize sürüklemek için adeta yarışıyorlar. Davranışlarının olası sonuçlarını hesaba katmadan bu yönde adımlar atmaya devam ederlerse Türkiye’nin ödeyeceği fatura çok ağır olacak. Önce IMF serumuyla hayata bağlanan mali piyasaların ve ekonominin hayat suyunun kesildiğini, daha sonra da siyasetin ve ülkenin bundan öncekileri gölgede bırakacak bir krize sürüklendiğini göreceğiz bu gidişle. Türkiye’yi Avrupa dışında tutmak isteyenlerin ekmeğine de yağ sürülmüş olacak bu süreçte.
Türkiye’nin gerçeklerini görmemeyi yeğleyen ve hayali pembelikler peşinde koşmayı marifet sananların hiç sevmeyeceği bu senaryo gayet basit bir mantık zincirine dayanıyor. Bu zincirin halkalarını oluşturan veriler şunlar:

Türkiye’de mali sistem ve ekonomi şu anda IMF desteği sayesinde ayakta duruyor.
Krizi şimdilik atlattık gibi görünüyor ama banka sistemimizin kriz yaratan yapısında önemli bir düzelme olmadı. Tam tersine bütün banka sistemi bir bütün olarak krizden yara alarak çıktı, bankalarımızın zaten zayıf olan sermaye tabanı daha da zayıfladı.
Kriz sonucunda Türkiye’nin dış itibarı da ciddi yara aldı. Kriz sonrasında "emerging market" (yükselen pazar) diye anılan ülkelerle ilgili olarak yapılan her değerlendirmede "kriz ülkesi" olarak Türkiye ve Arjantin’in adı geçiyor.
Kriz öncesinde Türkiye’nin kredi notunu yükseltme hazırlığı içinde olduğu söylenen Moody’s adlı "rating" (derecelendirme) kuruluşunun yetkilisi, arkadaşımız Yasemin Çongar’a yaptığı açıklamada, Türkiye’nin notunun 2001 yılında yükseltilmesinin söz konusu olmadığını belirtiyor ve ülkedeki asker - sivil çekişmesinden duyduğu kaygıyı dile getiriyor.
Uluslararası iş dünyasının en fazla dikkate aldığı Financial Times ve The Economist gibi yayın organlarında yer alan yorumlarda Türkiye’nin "son şansını kullandığı", Türk banka sisteminin "çöküşün eşiğinden döndüğü", "zengin ve güç sahibi çevrelerle aynı safta yer alan üst düzey asker yetkililerin Türkiye’nin Avrupa kulübüne katılmasını engellemeye çalıştığı" vurgulanabiliyor.

Dışarıdan yapılan bu tür değerlendirmelerin çoğu kez sığ kaldığını, yer yer önyargılı ve hatalı olabildiğini ben de biliyorum ama bugün için mali sistemimizi ve ekonomimizi ayakta tutan finans kaynaklarına yön verenler bu gazeteleri, bu dergileri okuyorlar, Moody’s gibi kuruluşların ya da yabancı bankaların değerlendirmelerine bakıyorlar.
Şu anda Türkiye’ye dışarıdan bakanlar mali sistemdeki zaafiyetin yanı sıra, ekonomik durumu giderek bozulan geniş kitlenin patlamak için bahane aradığı; sivil hükümetle askerlerin, Avrupa’yla bütünleşmeyi isteyenlerle karşıtlarının, İslamcılarla laiklik savunucularının sürekli çatışma halinde olduğu bir tablo görüyorlar.
Bu tabloyu sergileyen bir ülkenin dış dünyadaki ve mali piyasalardaki güveni tamamen kaybetmesi an meselesi. Bir yanlış adım, bir önemli olay bardağı taşırabilir ve Türkiye’yi derin bir krize itebilir.
Bütün bunlara "karamsar senaryo" deyip geçebiliriz belki ama zaman zaman kötü bir korku filminin fragmanlarını görür gibi oluyoruz galiba.
İşin kötüsü dışardan bakanlar da bunu görüyor ve bu yüzden senaryonun gerçekleşme olasığı artıyor.

Cumhuriyet gazetesinde çalışmanın bize sağladığı ayrıcalıklardan biri de edebiyat ve sanat dünyasının önde gelenleriyle tanışmak, en azından merhabalaşmak olanağıydı. Necati Cumalı’yı da bu sayede tanımak fırsatını bulmuştum.
Necati Bey, hayatın içinde, kolay iletişim kurulan, doğal tavrıyla insanı yakalayan bir kişiliğe sahipti. O dönemde ortakokul öğrencisi olan oğlumun rüyasını gerçekleştirmiş, sınıflarına giderek hayatını ve sanatını anlatmak alçakgönüllüğünü göstermişti.
Birkaç ay önce bu kez bambaşka bir nedenle hatırladım onu. Yaz sonunda bir akşamüstü Bebek’te bir kafede otururken bana doğmakta olan mehtabı gösteren genç garsona Cumalı’nın Ay Büyürken Uyuyamam adlı kitabını bulup hediye ederek onu da Cumalı ile tanıştırmıştım.
Necati Cumalı’nın ölümü hayatın içinden bir şeyin eksildiğini hissettirdi bana.

Bu kez "beyaz enerji" soruşturması nedeniyle alevlenen asker - sivil muhabbeti geçen haftaya damgasını vurdu. Meçhul bir komutan tarafından yapılan "bakanı çizin" açıklamasına sert tepki gösteren Başbakan Ecevit ve Başbakan Yardımcısı Yılmaz, daha sonra artık alıştığımız şekilde yelkenleri suya indirerek olayı geçiştirme yoluna saptılar. Böylece bir kez daha son söz askerde kalmış oldu.
Benim kendi çevremden edindiğim izlenim ve medyaya yansıyan tepkiler bu sonucun pek de şaşırtıcı olmadığını gösteriyor. Asker - sivil tartışmasında son sözün askerde kalması, sivillerin, özellikle de politikacıların toplum gözünde uğramış olduğu itibar kaybının bir sonucu. Geçen hafta yaptığı çıkış nedeniyle Mesut Yılmaz’ı alkışlayan, hatta onaylayan tek bir kişiye rastlamadım ben.
Bu ortamda son söz askerde kalıyor ve bunun böyle olacağını bilen askerler de, adeta bir sivil toplum kuruluşu gibi, pek çok konuda görüş açıklamaktan geri durmuyorlar. Bu durumun Türkiye’ye bir şey kazandırdığını söylemek ise zor. Tam tersine, son sözü askerin söylediği bir rejime sahip görünmek bize çok şey kaybettiriyor.

Son yıllarda Avrupa’nın hatta dünyanın en başarılı şirketleri arasında gösterilen Nokia’nın başına gelenler günümüzün iş dünyasında beklentilerin ne kadar büyük önem kazandığını ve şirketlerin ne kadar insafsız bir iş ortamında yaşama savaşı verdiklerini gösterdi. Cep telefonu alanında dünyanın zirvesine çıkmayı başaran Finlandiya kökenli Nokia, 2000 yılında satışlarını % 64 artırarak 128 milyon adet cep telefonu sattı ve % 45 büyüyen dünya cep telefonu pazarındaki payını artırdı. Ancak bu "başarı" açıklanınca Nokia’nın hisseleri Helsinki Borsası’nda % 18 değer kaybetti ve daha sonra biraz toparlanarak günü % 9 dolayında bir kayıpla kapattı. Düşüşün nedeni Nokia’nın 2000 yılı satışlarının 135 milyon adedi bulacağının beklenmesiydi. Gerçekleşen reklam beklentinin altında kalınca Nokia hisseleri düşüşe geçmişti. Bunun ötesinde, cep telefonu talebinin özellikle Avrupa’da doyum noktasına yaklaşmış olduğu izleniminin güçlenmesinin de Nokia hisselerinin değer yitirmesinde etkili olduğu anlaşılıyor.