Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Osman ULAGAY

Türkiye bugün bulunduğu noktaya "az demokrasi, çok enflasyon" modeliyle geldi. Bu modelden hala vazgeçilmemiş olmasının en önemli nedeni bu model içinde yaşarken halinden memnun olanların hayli fazla olması ve durumun "idare edilebilmesi". Bu model içinde durumu idare ettiğimiz için bu modelin bize nelere malolduğunu ve "tam demokrasi, sıfır enflasyon" modeline yaklaşmanın neler kazandıracağını yeterince düşünmedik bugüne dek.
Son günlerde yaşanan gelişmeler "az demokrasi, çok enflasyon" modelinin sorgulanması açısından sevindirici.
Avukat Eşber Yağmurdereli'ye yapılan muameleye karşı Türkiye'de oluşan tepkinin yaygınlığı bu nedenle umut verici. Yağmurdereli çarpıcı bir simge. Çetelerin kol gezdiği bir ülkede fikirlerin hapsolmasına karşı yükselen tepkiyi tek bir örneğe bağlı olmayarak desteklemek ve az demokrasi yerine tam demokrasi talebini desteklemek önemli.
İkinci sevindirici gelişme, hükümetin ve bürokrasinin enflasyonla mücadele konusundaki ciddi niyetinden kaynaklanıyor. Bu niyeti uygulamaya dönüştürecek hazırlık ve kararlılık bugün için yeterli görünmese de bu niyetin mutlaka desteklenmesi gerekiyor. Başta CHP olmak üzere diğer partilerin de hükümeti bu yönde sıkıştırmasında, tutarlı davranmaya zorlamasında yarar var.
"Az demokrasi, çok enflasyon" modelinden bir kurtulabilsek önümüzde yeni ufukların açılacağını, bizi Avrupa'dan dışlamak isteyenlerin zor duruma düşeceğini göreceğiz ama henüz bunu başarabilmiş değiliz.


Michael Porter(okunuşu Portır) geldi, konuştu, 100 bin dolarını aldı ve gitti. 1990'da yayınlanan "Competitive Advantage of Nations"(Ulusların Rekabet Üstünlüğü) kitabıyla üne kavuşan Porter'ı dinlerken önce, "bu adam hangi ülkede konuştuğunun farkında mı acaba?", sorusu takıldı kafama. Sonra yaptığı genellemelerin bazılarının bizim için de geçerli olduğunu, verdiği örneklerden bazı dersler çıkartılabileceğini düşündüm. Porter'ın ülkelerin rekabet gücüyle, hızlı kalkınmanın önkoşullarıyla ilgili sözleri ise ister istemez "Türkiye mucizesi"ni getirdi aklıma.
Porter'ın hızlı ekonomik kalkınma için gerekli gördüğü önkoşulların hemen hiç biri yoktu Türkiye'de ve bu halimizle yerlerde sürünmemiz gerekirdi ama durum pek de öyle değildi. Yirmi yıldır yüksek enflasyonla ve zaman zaman kriz boyutlarına varan istikrarsızlıklarla yaşayan Türkiye buna karşın ekonomik büyümesini sürdürüyordu. Doğru dürüst bir stratejiye sahip olmadan ilerlemenin, kaotik bir ortamda gelişmenin sırrını keşfetmiştik sanki biz. Türkiye ile ilgili hemen her soruyu, "ülkenizi yeterince tanımıyorum", diyerek geçiştiren Porter'ın bu "mucize"nin sırlarını çözebilmesi her halde kolay olmayacaktı.
Porter'a göre tutarlı bir stratejisi olmayan firmalar ve ülkeler, kısa dönemde karşılarına çıkan fırsatlardan yararlanarak başarılı görünebilirlerdi ama geleceğin dünyasında söz sahibi olamazlardı. Yüksek enflasyonla yaşayan bir ülkede geleceğe dönük bir strateji tasarlamak olanaksızdı. Günümüzün amansız rekabet ortamında öne çıkmak ve zenginleşmek isteyen ülkeler her şeyden önce verimlilik düzeylerini yükseltmeye çalışmalıydı. Gerçek ücret ve gelir artışları ancak insanını, sermayesini ve doğal kaynaklarını verimli kullanabilen ülkelerde sağlanabilir, kalıcı refah artışları ancak böyle yakalanabilirdi. Refahı yakalamak isteyen ülkeler verimlilik sıçramasını sağlayacak reformları yapmak için acele etmeliydi.
Pekiyi, yüksek enflasyonla yaşamaya adeta alışmış olan, stratejiye falan boş veren, verimlilik kavramına pek aşina olmayan ve gerekli reformları gençekleştirmede hiç de aceleci davranmayan ve buna karşın ayakta kalan, inişli çıkışlı da olsa kalkınmasını sürdüren Türkiye'nin durumunu nasıl açıklayacaktı Prof. Porter?
Türkiye ile ilgili fazla bilgi sahibi olmadığı her halinden belli olan Porter'a bu soruyu sorduğumda olsa olsa yöntemiyle verdiği cevapta üç nokta üzerinde durdu. Bir kere yüksek nüfus artışı belli oranda bir milli gelir artışını beraberinde getiriyordu. İkincisi, bu ekonomiye yurt dışında çalışan işçilerden ya da başka bir kaynaktan bir kaynak girişi olmalıydı. Üçüncüsü, yüksek enflasyonun yarattığı gelir adaletsizliğinin bir noktada sosyal ve siyasal tepkilere dönüşerek reformların aciliyetini hissettirmesi beklenebilirdi. Uyuşturucu - mayfa ilişkilerini, çetesel durumları, kara paranın ve kayıt dışı ekonominin boyutlarını ve Türk girişimcisinin mucize yaratma yeteneğini bilmeyen bir yabancı için hiç de fena bir cevap denemesi değildi bu.


Globalleşmenin boyutları ve doğurabileceği sonuçlar yaşanarak öğreniliyor. Dünya ekonomisi içinde önemsiz gibi görünen bir ülkedeki krizin nasıl global etkiler yapabileceğini son aylarda Asya'da yaşanan zircirleme olaylar dizisi ortaya koydu. Temmuz ayında Tayland parası bahtın spekülatörlerin hücümuna uğramasıyla başlayan gelişmeler sonunda Hong Kong'u da vurdu, ondört yıldır ABD dolarına bağlı olan Hong Kong dolarının değerini koruma çabası Hong Kong borsasının büyük bir çöküş yaşamasına yol açtı. Tayland'ın ardından sansıntıya uğrayan Malezya, Endonezya, Filipinler ve Singapur'a Güney Kore ile Tayvan ve son olarak da Hong Kong eklenince bu fırtınadan nasibini almayan "Asya kaplanı" kalmadı.
Asya'daki çalkantının ilk etkilerinin Türkiye için olumlu olabileceği, bölgeden kaçan sermayenin bir bölümünün Türkiye'ye gelebileceği 7 eylülde bu köşede belirtilmişti. O günden bu yana yaşanan gelişmeler Türkiye'nin bu olgudan bir miktar yararlandığını, bu etkinin de katkısıyla Türkiye'ye hatırı sayılır bir sermaye girişi olduğunu düşündürüyor.

Türkiye'nin şansı

Türkiye'de enflasyonu düşürmeye ve ekonomik istikrarı sağlamaya kararlı olduğunu israrla belirten bir hükümetin işbaşında bulunması, ekonomi bürokrasisinin bu hedefe kilitlenmesi büyük bir şans. Bu şans iyi kullanılırsa dış dünyadaki göreceli konumumumuzun sağladığı avantajdan da yararlanarak bir sıçrama yapabiliriz.
Ancak bir noktayı çok iyi kavramak gerekiyor. 1990'lı yılların başarı örnekleri olarak gösterilen "Asya kaplanları"nın başına gelenler, bugünün dünyasında ekonomide başarı sağlamanın ve bu başarıyı korumanın ne kadar zor olduğunu kanıtlıyor. Yüksek tasarruf ve yatırım oranlarıyla yüksek büyüme hızları yakalayan ülkeler bile rekabet güçlerini olumsuz etkileyen hatalar yaptıklarında, hesapsız yatırımlara ve harcamalara giriştiklerinde hemen bunun cezasını çekiyorlar. Paraları saldırıya uğruyor ve sonunda rekabet güçlerini yeniden kazanabilmek için yüksek oranlı devalüasyonlara zorlanıyorlar.

Döviz rezervi yetmiyor

Asya'da yaşanan çarpıcı örnekler, mevcut döviz kuruyla rekabet gücünü koruyamaz duruma düşeceği tahmin edilen bir ülkenin sahip olduğu devasa döviz rezervlerinin bile ülke parasının değerini korumaya yetmediğini gösteriyor. 90 milyar dolara yakın döviz rezervi bulunan Tayvan'ın parasının değerini korumaya yeltenmeyip devalüasyonu sineye çekmesinden sonra spekülatörlerin gözlerini 80 milyar dolara(Çin'le birlikte yaklaşık 210 milyar dolara) varan devasa rezervlere sahip olan Hong Kong'a dikmeleri ve Hong Kong dolarını hedef almaları bunun çarpıcı bir örneği. Hong Kong'un parasının değerini korumak için faiz oranlarını hızla yukarı çekmesi ve bunun borsayı çökertmesi, devasa döviz rezervlerinin bile tek başına sonuç verecek bir silah olmadığını ortaya koyuyor. 1987'den bu yana en başarılı hisse senedi borsası olan Hong Kong'daki çöküşün dünya borsalarına yaptığı yansımalar ise globalleşmenin farklı bir boyutunu sergiliyor.

Rehavet zamanı mı?

Bu örnekler Türkiye gibi henüz ekonomik istikrarı sağlayıp enflasyon sorununu çözememiş bir ülkenin önünde uzun bir yol bulunduğunu gösteriyor.Önce gerekli reformları yapıp, mali disiplini sağlayıp enflasyonu bünyeden atacağız, sürdürülebilir büyümenin yolunu açacağız. Sonra bu disiplinden kopmadan yeni yatırımlara, yeni ufuklara yöneleceğiz. Unutmamamız gereken şey, bugünün dünyasında sağlıklı yaşamak için sürekli olarak rejime dikkat etmek gerektiği. Birkaç olumlu adım atıp, "tamam, bir noktaya geldik, artık gevşeyebiliriz", deme lüksü yok kimsenin.
Türkiye'de esmekte olan iyimserlik rüzgarları, borsadaki hızlı yükseliş ve faizlerdeki yüksek oranlı gevşemeler dünyadaki fırtınalı ortamla pek uyumlu değil. Bu dünyada başarıyı yakalamanın de korumanın da kolay olmadığını ve önümüzde uzun bir yol bulunduğunu bir an için bile hatırdan çıkarmamamız gerekiyor.



Yazara Email O.Ulagay@milliyet.com.tr