Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Türkiye'de ekonominin ve mali piyasaların gidişatı konusunda birbirine taban tabana zıt iki tablo oluşmaya başladı son günlerde. Birinci tablo, hükümetle mali piyasalar arasında oluşan yeni konsensüsü yansıtan ve medyanın bir kesimi tarafından da hemen yaldızlı çerçeveye oturtulan pembe tablo. Buna göre:
* Faizlerdeki düşüşü enflasyondaki düşüş izleyecek ve faizlerdeki düşüş süreklilik kazanacak; uzun vadeli yatırım cazip hale gelecek ve mevduat sahibi de buna ikna olacak;
* Havuz sistemi Hazine'ye yeni bir manevra alanı sağlayacak;
* Hükümet 1997 bütçesinde öngördüğü gibi borç vadelerini uzatarak bütçedeki faiz yükünü düşürecek ve "denk bütçe" hedefine yaklaşacak;
* Hükümet özelleştirme alanında beklenen atılımı yapacak ve özelleştirme gelirleri de "denk bütçe" hedefini destekleyecek;
* Hükümetin özellikle RP kanadı ile ABD yönetimi ve IMF arasında uyumlu ilişkiler kurulacak ve dış borçlanma kısıtı da, rating notumuzdaki düşeşe karşın aşılacak, Türkiye sonuçta ihtiyacı olan dış krediyi de bulacak;
* Bu gelişmeler sonucunda hükümete güven artacak ve 1997 yılında ekonomiye ciddi bir fren yaptırmaya gerek kalmadan dengeler yerine oturacak.
Bu pembe tabloya bakarak şarkılar söyleme hevesine kapılanlar hayli fazla.
Bu pembe tabloya kuşkuyla bakanlar ise şunlar:
* Uluslararası rating kuruluşları
* Rating notunu ve dış kaynak girişi kısıtını ciddiye alanlar
* IMF tutarlı bir istikrar programı görmeden anlaşmaya yanaşmaz diyenler
* Ekonomide fren yapılmadan dengeler sağlanamaz diyenler
* Bu ortamda piyasalardaki rahatlamanın geçici olduğunu düşünenler
Bu ikinci gruptakilerin kuşkuları doğrulanırsa bu kez çok farklı gelişmelerin yaşanması söz konusu olabilir. IMF ile anlaşma yoluna gidilirse bir süre durgunlukla yüksek enflasyonu birlikte yaşayabiliriz. IMF ile anlaşma olmaz ve politik nedenlerle ekonomiye gaz verilmeye devam edilirse dengeler tamamen bozulabilir, şimdilik hiç hesapta olmayan gelişmeler yaşanabilir.
Evet ya birileri fena halde yanılıyor ve yanıltıyor; ya da birileri gereksiz yere kuşkucu ve kaygılı.


"Tarihin sonu" makalesiyle üne kavuşan Fukuyama, insanların "güven" duygusunu kaybettiği toplamlarda mafyalaşmanın ve rüşvetin arttığını, bunun da güçlü devlet talebini yarattığını belirtiyor.

1989 yılında imzasız olarak yayınlanan "Tarihin Sonu" adlı makalesiyle üne kavuşan Francis Fukuyama önümüzdeki günlerde Türkiye'ye geliyor. Fukuyama, Sermaye Piyasası Kurulu ile Dünya Gazetesi'nin ortaklaşa düzenlediği konferansa konuk konuşmacı olarak katılacak.
Fukuyama, kendisini üne kavuşturan makaleyi daha sonra genişleterek Tarihin Sonu ve Son İnsan adıyla kitaba dönüştürdü. Fukuyama'nın bu kitabı gibi daha sonra yayınlanan Trust(Güven) adlı kitabı da büyük ilgi gördü, "bestseller" listelerine girdi.
Fukuyama, bu ikinci kitabında toplumların sosyo - kültürel yapılarının ekonomik kalkınma üzerindeki etkilerini inceliyor. Fukuyama'ya göre "sosyal sermaye" açısından zengin ve "güven düzeyi" yüksek olan toplumlar, ekonomik örgütlenme ve kalkınmada da daha başarılı oluyor. İnsanların aile bağları dışında, gönüllü örgütlenme düzeyinin yüksek olduğu ve kişisel çıkar motifinin ötesinde bir toplumsallık duygusunun, birlikte iş başarma alışkanlığının bulunduğu toplumlarda erişilen yüksek "güven" ortamının her hangi bir işi başarmayı kolaylaştırdığını, büyük müesseselerin bu ortamda oluştuğunu anlatıyor Fukuyama. Fukuyama'ya göre ABD, Japonya ve Almanya, aralarındaki farklılıklara karşın bu kategoriye giriyor.
Aile içi dayanışmanın çok güçlü, buna karşılık sivil örgütlenmenin zayıf olduğu, "sosyal sermaye"yi tanımlayan birlikte iş başarma alışkanlığının bulunmadığı ve "güven" ortamının oluşmadığı toplumlarda ise:
* Mafya tipi suç örgütleri gelişiyor
* Güçlü merkezi devlete ve bürokrasiye ihtiyaç doğuyor
* Rüşvet ve yolsuzluk yaygınlaşıyor, idare yozlaşıyor
* Ancak küçük aile işletmeleri gelişebiliyor
* Büyük işletmeler ancak devlet desteğiyle kurulabiliyor ve yaşayabiliyor.
* Güven unsurunun yokluğu her alanda iş başarma maliyetlerini yükseltiyor ve rekabet gücünü düşürüyor.
Fukuyama bir süre Türkiye'de kalsa, her düzeyde "güven" unsurunun nasıl kaybolduğunu, "çatışma kültürü"nün nasıl yaygınlaştığını, şiddet ve çatışma programlarının nasıl prim yaptığını görse; mafya tipi çeteleşmenin boyutlarını kavrasa Türkiye'yi hangi kategoriye oturturdu acaba?
Türkiye'deki mucize, ekonominin bu ortamda bile büyümeye devam edebilmesi. Ya bu geçici bir olgu ve ülkedeki çatışma ortamı sonunda eknomideki büyümeyi de durduracak ya da Türkiye için farklı bir çözümleme çerçevesi çizmek gerekecek.


Bu gidişle Türkiye'de akli dengesi yerinde olanları bir yerlere kapatıp "diğerleri"ni serbest bırakmak her halde çok daha kolay ve pratik olacak, çünkü bu ortamda akli dengesini koruyabilenlerin sayısı hızla azalırken "diğerleri"nin sayısı hızla artıyor. Benim bu iki grup arasında hangi noktaya gelmiş olduğumu yazının başlığını okuyunca belki biraz anlamışsınızdır.
Doğrusunu isterseniz geçen haftayı Türkiye'de geçiren, televizyon izleyen ve gazete okuyan birisi bunun gibi onlarca başlık üretebilirdi; benim de aklımdan bir sürü başlık geçti ama sonunda tavuk ve hindide karar kıldım.
Size önce tavuğu anlatayım. Uyutulamayan tavuk dünkü Sabah gazetesinde yer alan ilginç bir haberin kahramanıydı. Habere göre İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ndeki hipnoz paneline katılan Dr. Mehmet Ayvacı salondaki 500 öğrencinin çoğunu hipnotize ederek uyutmuş ancak yanında getirdiği tavuğu bir türlü uyutamamıştı.
"Tavuk gibi uyanık" diye bir deyim var mı, bilmiyorum ama yüzlerce öğrenciyi uyutan hipnotizmacı doktora direnen tavuk mutlaka çok uyanık bir tavuk olmalıydı. Bu tavuğu, ekonominin fevkalade iyi bir yolda olduğunu söyleyerek uyutabilir miydik acaba? Dış politikada büyük ataklar yaptığımızı, masalara yumruklar vurduğumuzu, dünyanın bize hayran kaldığını tekrarlayarak uyutabilir miydik bu tavuğu? Cinci hocaların tuzağına düşer miydi acaba bu tavuk? Örgütlü çetelerin olmadığına inanır mıydı? "Bu tavuk kadar uyanık olsak", diye geçirdim içimden.
Hindisiyle de ünlü olan Kandıra'da hindiye "kel" dendiğini ise Kandıralı dostumuz Hurşit Güneş'in Yeni Yüzyıl'daki keyifli yazısından öğrendim. Güneş'in yazdığına göre ekonomi literatüründe, tahmin edilmeyen anda gelen istikrar paketine de "soğuk hindi" denirmiş. Belki "soğuk duş" da denebilir buna. Güneş'in de belirttiği gibi bizde şu anda henüz böyle bir istikrar paketi beklentisi yok, tersine pembe tablolar çiziliyor ama Fehim Adak ve ekibi hindiye "Turkey" denen Amerika'dan bir dönsünler, hindinin durumuna ondan sonra bakalım.


Almanya ekonomisi geçen yıl yüzde 1.4 oranında büyürken ülkede işsizlik oranı savaş sonrasının en yüksek seviyesine tırmandı. İstatistik ofisinin açıkladığı, henüz kesin olmayan rakamlara göre 1995'de yüzde 1.9 olan büyüme hızı 1996'da yüzde 1.4'e inerken büyümenin kaynağı ihracat, makina - ekipman talepleri ve kamu tüketimi oldu.
Uzmanlar bu büyüme oranının beklenenin altında olduğunu kabul etmekle beraber, ekonomik faaliyetlerin geçtiğimiz yılın başında toparlanmaya başladığını belirterek önümüzdeki yıl için umutlu olduklarını ifade ediyorlar. Almanya'nın 1997 büyüme hedefi yüzde 2.5.
Ülkedeki işsizlik oranı da düşen büyüme hızının etkisiyle yüzde 10.8'e çıkarak savaş sonrasının en yüksek seviyesine ulaştı. Bu oran Doğu Almanya'da yüzde 15.9, Batı'da ise yüzde 9.6 olarak gerçekleşti.
Büyümenin düşmesinde en büyük etkiyi de Doğu Almanya yaptı. 1995 yılında yüzde 5.3 olan büyüme hızı geçen yıl inşaat işlerinin yavaşlamasına dayalı olarak yüzde 2.0'ye düştü.