Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

       Yirmi yıla yakın süredir bu işin içindeyim, 12 eylül dönemi dahil, medyanın topluma bu kadar duyarsız, yönetime ve ipleri elinde tutan "dar çevre"ye bu kadar duyarlı olduğu bir dönem hatırlamıyorum. Özellikle ekonominin gidişatıyla ilgili manşetler ve değerlendirmeler, kraldan fazla kralcılığın bulunmaz örneklerini sergiliyor. Kaygılarımı ve sıkıntılarımı paylaşan köşe yazarları var kuşkusuz ve her yayın organını aynı kefeye koymak doğru değil ama geneldeki hava bu.
       Bu ortamda gazete manşetlerine bakarak ekonominin ve ülkenin durumu, toplumun tepkileri hakkında sağlıklı bir fikre sahip olmak olanaksız. Durumu bu manşetlerden izleyen birisi Türkiye'nin fevkalade bir ekonomiye, eksiksiz bir demokrasiye sahip olduğunu, dünyada sivrilen ülkeler arasında yer aldığını düşünebilir. Bu ortamda gerçekten iyi olanla olmayanı ayırdetmek de güçleşiyor ve sanki toplum yeterli dayanağı olmayan bir iyimserliğe koşullandırılıyor.

       Ekonomide estirilen bahar havası da öncelikle bu çabanın ürünü. Manşetlere bakacak olursanız enflasyon düşüyor, devletin kasaları dövizle dolup taşıyor, faizler düşüyor, Türkiye dünyaya örnek gösterilen ülkeler arasında yer alıyor. Aslında ekonomide, artılarla eksileri birlikte değerlendirenlerin de dikkate alması gereken olumlu gelişmeler var kuşkusuz. Enflasyonda bir yavaşlama, faizlerde gevşeme, döviz rezervlerinde bir artış görülüyor. Ayrıca ekonomideki canlılık da sürüyor.
       Bu gelişmelerin yaşanmasında Maliye'nin, Hazine'nin ve Merkez Bankası'nın mali istikrarı sağlamaya yönelik tutumlarının, ve tabii onlara bu tür davranma olanağını veren politik otoritenin katkısı var. Şimdi tarım destekleme fiyatlarında ve memur zamlarında da enflasyon hedefiyle tutarlı kararlar alınırsa hükümetin ve ekonomi yönetiminin inandırıcılığı daha da artabilir, enflasyonun 1998 sonunda % 60 - 70 bandında kalacağına inananlar artabilir.

       Ancak yukarda saydığım olumlu sayılabilecek gelişmelerin yanısıra, ekonomideki "bahar havası"na yol açan başka gelişmeler de var. Bunların kalıcı olup olmadığını ve ne gibi riskler getirdiğini tartışmak gerekiyor.
       Birincisi, Türkiye Asya'dan dünyaya yayılan deflasyonist etkiden yararlanıyor, bir anlamda ucuzluk ithal ediyor. Petrol fiyatlarındaki gelişme bunun yalnızca bir bölümü. Sanayinin kullandığı çeşitli girdilerde benzer bir etki görülüyor.
       İkincisi, kamu kesiminde zamların aylardan beri ertelenmesi enflasyonda geçici bir düşüşü gündeme getirmiş bulunuyor. Bu etkinin sürekli olamayacağı ve bir noktada yüklü zamları ya da büyüyen KİT açıklarını gündeme getireceği biliniyor.
       Üçüncüsü ve en tehlikelisi, son dönemde estirilen "bahar havası" her şeyden önce dövizdeki açık pozisyonun hızla büyümesinden kaynaklanıyor. Banka kesimindeki gelişmeleri çok yakından izleyenler, özellikle marttan itibaren yaşanan gelişmeler sonucunda gerçek açık pozisyonun 9 milyar doları aşmış olabileceğini belirtiyorlar. Bunun mali piyasalara ve faizlere getirdiği rahatlık ortada ama bu yola girmenin riskleri de biliniyor. Kurdaki artışları enflasyonun altında tutarak belli bir süre bu mutluluğu sürdürmek mümkün ama bu yola giren ve kaderini oynak "sıcak para"ya bağlayan ülkelerin başına gelenler de artık bir sır değil.

       Sistemi çok yakından izleyenlere göre, bankaların açıklanan verilerine bakanlar marttan bu yana iyice belirginlik kazanan açık pozisyon sıçramasını hemen göremezlerse bunun nedenini "gizli açık pozisyon"da aramak gerekiyor. Anlatıldığına göre dış kaynaklı, büyük montanlı paralar sisteme TL. olarak giriyor ve Hazine kağıdına bağlanıyor ama geri ödemesi dövize bağlı bir kontrata göre yapılıyor. Yani fiilen bir döviz pozisyonu açılıyor ama bu ilk bakışta böyle görünmüyor.
       Tehlikeyi artıran boyut bu şekilde sisteme giren paranın faizleri de gevşeterek yaratacağı iyimserlik havasının sonunda mali disiplini de bozması ve ekonomideki canlılığı kamçılayarak dengelerin iyice bozulmasına yol açması.
       "Pembe tablo" iyi de riskler de iyice büyüyor galiba.


       DAIMLER - Benz ile Chrysler arasındaki evlilikten sonra dünya otomotiv sanayiini sarsacak yeni birleşmeler tartışılırken ABD'nin ikinci büyüğü Ford'un Avrupa'nın ikinci büyüğü Fiat ile bütünleşerek dünyanın bir numaralı otomotiv devi konumuna gelebileceği ileri sürüldü. Otomotiv sektörünü yakından izleyen bir uzmanın önceki akşam CNN televizyonunda yaptığı açıklama böyle bir olasılığın gündemde olduğunu ortaya koydu.
       Bu evliliğin gerçekleşmesi halinde yılda 9.8 milyon otomobil üretebilecek ve 200 milyar doların üzerinde ciro yapabilecek bir dev ortaya çıkmış olacak. Ford'un tepe yöneticisi Alex Trotman bir süre önce Türkiye'ye yaptığı ziyaret sırasında dünyada bir numara olma iddiasını gizlememişti. Daimler - Chrysler evliliği üzerine Wall Street Journal'a açıklama yapan bir Fiat yetkilisi ise Fiat'ın kendi başına ayakta kalabilecek büyüklükte olduğunu ancak dünyanın en hızlı değişen sektörü olan otomotivde yeni evlenmelerin her zaman gündeme gelebileceğini söylemişti.
       Gerek Ford gerekse Fiat'ın Türkiye'de Koç grubu ile ortaklığı bulunması böyle bir evliliğin gerçekleşmesi halinde Türkiye'yi ilginç bir konuma getirmiş olacak.


Bonkör medya ve sıcak para riski
       TÜBİTAK, TTGV ve TÜSİAD tarafından düzenlenen 1.Teknoloji Kongresi salı günü İstanbul'da toplanıyor. Lütfü Kırdar Kongre Merkezi'nde yapılacak kongrede teknoloji önderi uluslararası firmaların konuyla ilgili yetkililerinin de katılımıyla, teknolojiyle sınai ve toplumsal gelişme arasındaki ilişkiler tartışılacak.
       Teknolojik gelişmenin önemi büyük ama Türkiye'nin bu alanda iyi bir noktada olduğunu söylemek ne yazık ki olanaksız. Sürekli olarak iddialı büyüme ve ihracat hedeflerinin telaffuz edildiği Türkiye'de ileri teknoloji kullanan alanlarda yapılan yatırımların payı ne yazık ki çok düşük düzeylerde. İleri teknoloji içeren ürünlerin ihracattaki payında da Türkiye, rakibi konumundaki birçok ülkenin çok gerisinde kalıyor.
       Birleşmiş Milletler Sınai Gelişme Örgütü UNIDO'nun 1997 Küresel Sınai Gelişme Raporu'nda yer alan 1994 yılına ilişkin veriler, Türkiye'nin imalat sanayii yatırımlarında ileri teknoloji kullanan alanların aldığı payın % 8.7'de kaldığını gösteriyor. Oysa, grafikte de görüldüğü gibi, sanayileşme ve kalkınma yarışında iddialı olan ülkelerde bu pay % 20 ile % 50 arasında dolaşıyor; Polonya, Hindistan ve İran gibi ülkeler de bu bakımdan Türkiye'nin önünde yer alıyor.
       Söz konusu ülkeleri geri teknoloji kullanan alanlara yapılan yatırımların toplam imalat sanayii yatırımlarındaki payına göre sıraladığımızda ise Türkiye'nin bu kez üst sıralarda yer aldığını görüyoruz. Bu tür yatırımların payı Türkiye'de % 68'i geçiyor. Türkiye'de orta teknoloji kullanan alanlardaki yatırımların imalat sanayii yatırımlarındaki payı ise % 21.6'da kalıyor.
       İhracat verilerine baktığımızda da ne yazık ki benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz. Türkiye'nin ihracatında ileri teknoloji içeren ürünlerin payı % 8 dolayında kalırken bu payın Singapur'da % 70'i, Malezya'da % 67'yi, İrlanda'da % 63'ü, Güney Kore'de % 42'yi, Tayland'da % 36'yı, Meksika'da % 35'i, İsrail'de % 28'i bulduğu görülüyor.
       Türkiye'nin ileri teknoloji kullanan alanları es geçen bir yatırım profiliyle sanayileşmede ve ihracatta yeni atılımlar yapması ve 21. yüzyılın iddialı ülkeleri arasında yer alması çok zor görünüyor. 1. Teknoloji Kongresi'nin teknolojinin öneminin anlaşılması yolunda yararlı bir adım olacağını umuyoruz.