Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Osman ULAGAY

Türkiye'nin ufkunu kapatan ve toplumdaki tepki birikimine boşveren anlayış sizi de bıktırdıysa sıkıntımız ortak demektir
Meslektaşım ve dostum Hasan Cemal geçen pazar günkü yazısının girişinde şöyle dert yanıyordu:
"Bu ülkede insanın mesleği politika izlemek ve yazmak olursa, işi gerçekten zor demektir. Özellikle ruhsal açıdan. Siyaset sahnesinde uzun yıllar süren habercilik ve yorumculuk mesleği doğrusu insanı asabi yapıyor. Yaşama sevincini olumsuz yönde etkiliyor. Hatta insan özel bir çaba sarfetmezse karamsarlık karakterinin bir parçası haline gelmeye başlıyor. Türk politikasındaki kısırlık ve bunalım hali ona da geçiyor."
Hasan Cemal, işini ciddiye aldığı için bu sıkıntıyı duyan ve bu duruma düşen gazetecilere ekstradan "ruhi yıpranma tazminatı" ödenmesini öneriyor.
Sevgili Hasan'ın çok iyi bildiği gibi, işi ekonomiyi izlemek olanların durumu da hiç farklı değil. Hele aklınız başınızdaysa, dünyada olup biteni izliyorsanız, neyin olup neyin olmayacağı konusunda biraz fikir sahibiyseniz, politikayı izleyen gazetecilerin yaşadığı bunalımın benzerini yaşamanız işten bile değil. Sorumlu koltuklarda oturanların sıktıkları palavraları, içerde ve dışarda devirdikleri çamları izlemek, duymak ve yansıtmak başlı başına bir ızdırap. Medyanın bir kesiminin tutumu da bir başka alem.

Umuda kapılma riski

En kötüsü de zaman zaman beliren akıl ve izan işaretlerine bakıp "belki bu kez gerekeni yaparlar" umuduna kapılmak oluyor. Sonunda yaşanan yeni bir düş kırıklığı ve Hasan Cemal'in sözünü ettiği ruh hali.
Ben de iki haftadan beri yeniden bu ruh halini yaşıyorum. Gerek Ana - Yol gerekse Refah - Yol hükümetleri kuruldukları anda bile hiç umut vermedikleri için hiç olmazsa bu düş kırıklığını yaşamamıştım onların döneminde. Yılmaz hükümeti ise aklın yolunu seçeceği ve kısa vadeli politikaya tutsak olmayacağı izlenimi veren bazı adımlarla bu umudu yarattı; aradaki birçok olumsuz gelişmeye karşın bu umudu korumaya çalıştım. Ne yazık ki önceki saçmalıkların üzerine konan "dondurma" saçmalığından ve bence akıl yolunun simgesi olan Mahfi Eğilmez'in istifasından sonra bu umudu koruma olanağı kalmadı. Şimdi her gün hangi saçmalık yapılacak diye bekliyorum.

Sıkıntımızdan kime ne?

İyi güzel de bunları okuyan okur, "sizin sıkıntınızdan bize ne kardeşim?", derse; "size gazete köşelerini kendi sıkıntılarımızı dile getiresiniz diye mi verdiler?", diye sorarsa...
Sorabilir ve bunu sormakta haklı da olabilir. Bizim bu tür yazılar yazmak zorunda kalmamız aslında olmaması gereken bir şey ama bu ortamda bunları yazmak zorunda kalışımızın bir anlamı var. Ben kendi hesabıma böyle bir yazıyı neden yazdığımı açıklamaya çalışacağım.
Önce beni(ve olaylara benim gibi bakanları) sıkan ve bunaltan şeyin ne olduğunu saptayalım. Bizi bunaltan şey, dünya ülkeleri arasında kendine iyi bir yer yapma potansiyeline sahip olduğunu düşündüğümüz Türkiye'nin bu potansiyeli kullanmasının sürekli engellenmesi. Devir değişiyor, dünya değişiyor, toplum değişiyor ama bu gerçek değişmiyor; misyonu sanki Türkiye'yi frenlemek olanlar tekellerine aldıkları koltuklarda var güçleriyle değişimi önlemeye çalışıyor.

Dünya ufku

Türkiye'yi frenleyen düzende köşe başlarını tutmuş olanların belki işine gelmiyor ama kafalarını kaldırıp biraz dünyaya baksalar, burunlarının ucunu değil de biraz ötesini görebilseler Türkiye'nin önündeki ufku da görebilecekler. 2000'lerin dünyasında ancak yaratıcı insana, entelektüel birikime öncelik veren toplumların öne çıkacağını görecekler; her türlü zenginliğin kaynağı olan bu insanların ancak dünyaya açık, fikir özgürlüğünün sınırsız olduğu, demokrasinin tartışma konusu olmadığı ortamlarda yeşereceğini anlayacaklar.
Ben kendi çapında dünyayı izlemeye çalışan biri olarak bu ufku gördüğüm için(ya da belki böyle bir kuruntuya kapıldığım için) Türkiye'nin ille de bu ufka yönelmesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye'de böyle bir potansiyel de var gibi geliyor bana ve bunun engellendiğini görmek, yaşamak fevkalade sıkıcı oluyor, bir noktadan sonra umutsuzluğa sürüklüyor insanı. "Bizde böyle bir potansiyel yok, dünya farklı noktalara sıçrarken biz arkadan takip edeceğiz", düşüncesine gelsem belki rahat edeceğim ama bir türlü olmuyor.

Toplumun basıncı

Kendi koltuklarını, payelerini, köşelerini, pazar hakimiyetlerini korumak için değişime karşı çıkanlar Türkiye'nin dünya liginde iddialı olmasını engellerken toplumu da baskı altında tutuyorlar. Benim gözleyebildiğim kadarıyla Türk insanı kabuğunu kırmak, kendini kanıtlayarak dünya liginde oynamak, kendi potansiyelini kullanmak istiyor. Bunun ancak fikirlerin özgürce tartışıldığı, demokrasinin tüm kurallarıyla işlediği, rekabetin sınırlanmadığı ve fırsat eşitliğinin bulunduğu bir ortamda gerçekleşebileceğini de görüyor. Ama insanlar bu ortamın Türkiye'de bulunmadığını da görüyor ve kendini baskı altında hissediyor.
Bana öyle geliyor ki köşe başlarını tutmuş olanlar, ülkeyi yönetme hakkının kendilerinde olduğunu varsayanlar, toplumda oluşan ve farklı boyutları bulunan bu tepkiye karşı da hayli duyarsız; bu basıncı sürekli bastırarak kontrol altında tutabileceklerini varsayıyorlar. Bu tepkinin kendi meşruiyet temellerini sarsabileceğini pek düşünmüyorlar.
Ben bunu düşündüğüm için de rahatsızım; bu vurdumduymazlığın sonunda bir kaosa yol açması olasılığı beni tedirgin ediyor ve böyle yazılar yazma gereğini duyuyorum.
Sıkıntımı ve tedirginliğimi paylaşanlar bulunabileceğini düşündüğüm için yazdım bunları. Yanıldıysam bağışlayın, bir daha yapmam.

Ünlü "Asya kaplanları"nın en irisi olan Güney Kore'nin şimdi yaşamakta olduğu zillet(hor görülme, aşağılanma) ibret verici derslerle dolu. Güney Kore'nin başına gelenler, küreselleşmeyi yeterince ciddiye almayan, bir yandan büyük çapta dış kaynak kullanırken diğer yandan oyunu kendi kurallarına göre oynamaya çalışan her ülkenin başına gelebileceği için önemli.
Güney Kore'nin yabancı bankalara toplam borcu son tahminlere göre 120 milyar dolara yakın; bunun beşte birinin vadesi iki ay içinde, yarıdan fazlasının vadesi bir yıl içinde doluyor. G.Kore ekonomisinin belkemiğini oluşturan ve "şabol" denen dev grupların çoğunun borcu, özsermayelerinin dört katına yükselmiş durumda. Devletin güdümünde bu büyük grupları destekleyen banka sistemi şimdi çok büyük baskı altında. Acil destek sağlanmazsa sistem çökecek ve yabancı bankaların alacakları da tehlikeye girecek. Bu nedenle ABD ve IMF şimdilik 57 milyar dolarlık dev bir destek paketiyle devrede.
G.Kore belki iflastan kurtarılacak ama ödeyeceği bedel çok ağır. Ülke ekonomik bağımsızlığını tamamen kaybedecek, birkaç kuşağın özverisiyle yaratılan sanayinin hatırı sayılır bir bölümü yabancı firmaların kontrolüne geçecek. Büyük gruplardan ayakta kalanlar parçalanacak ve küçülecek. Şirketler halka açılmaya zorlanacak. Banka sisteminde de yabancıların rolü artacak. Yıllardır % 8 - 9 büyümeye alışmış olan ekonominin büyüme hızı hiç değilse birkaç yıl % 3'lerde kalacak; % 2'lerdeki işsizlik oranı % 6'lara çıkacak, halk ciddi bir yoksullaşma yaşayacak.
Güney Kore'de hükümetler zamanında önlem alıp küreselleşmenin dikte ettiği kurallara geçişi zorlasalar, gerekli reformları yapıp ılımlı büyüme hızlarına razı olsalardı ülkenin başına bunlar gelmeyecekti. Bu noktada, "anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az" demek geçiyor içimden ve Türkiye'nin son günlerdeki manzarasına bakınca daha bir hayli davul zurna sesi duyacağız gibi geliyor.


Yazara Email O.Ulagay@milliyet.com.tr