Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Günlük hatta anlık yaşayan Türkiye'de birkaç haftada ülkenin gündeminin ve havasının tamamen değişmesi pekala mümkün. Birkaç haftalık bir aradan sonra bu köşeyi yeniden açarken kendi kendime sordum, "böyle bir ülkede, böyle bir dönemde ne yazmalı?", diye.
Geçmişten kalan bir alışkanlıkla oturup ekonomideki ve mali piyasalardaki olası gelişmeler hakkında ahkam mı kessem?
Kimileri bakanlık koltuğunda oturan küstah cahillere duyduğum tepkiyi dile getiren zehir zemberek yazılar mı yazsam?
Şeriat devleti kurma hevesindekilere kin dolu tehditler mi savursam?
Çiller'in robotu olarak davranmaya devam eden DYP milletvekillerine, bu hükümete geçerli bir seçenek oluşturma konusunda tek bir ışık bile yakamayan muhalefet partilerine duyduğum tepkiyi mi dile getirsem?
Yoksa, "bu ülkede artık hiç bir şey ciddiye alınamaz", deyip kara mizah örnekleri mi vermeye çalışsam?
Bu tür yazıların alası yazılıyordu her gün; bu ortamda ekonomi dışı alanlara da anlık tepkilerle değil akıl yürütmeye dayalı bir yaklaşımla yaklaşan bir şeyler yazmanın daha anlamlı olabileceğini düşündüm.
Bu dönemde hangi temalar vurgulanmalı diye düşündüğümde de şöyle bir sıralama geldi aklıma: (1) Özeleştirinin önemi (2) Uzlaşmanın vazgeçilmezliği (3) Değişimin zorunluluğu (4) Sivil toplumun belirleyiciliği (5) Dünyayı izlemenin gereği. Bu köşede bu temalara öncelik vermeye çalışacağım.
Ege Genç İşadamları Derneği de "Türkiye Dünyanın Neresinde" başlıklı bir derleme yayınlarken benim gibi düşünmüş olmalı. Dünya ülkelerini çeşitli göstergelere göre sıralamaya tabi tutan belli başlı uluslararası araştırmaların sonuçlarını topluca bulabiliyorsunuz bu yararlı derlemede. Türkiye'nin dünyanın neresinde olduğunu merak edenlerin ve özellikle de, "2000'lerde dünyada ilk 10'a gireceğiz", diye avunanların bu verilere dikkatle bakmalarında yarar var.



Aşağıdaki yazıyı 1995'in ikinci yarısında, "Aklınla Uçur Beni" adıyla yayınlanan kitabım için denemeler yaparken yazmıştım. Sonra o kitabı farklı bir tarzda yazmaya karar vererek bu yazıyı bir kenara koydum. Daha sonra birkaç kez bu köşede yayınlamayı düşündüm ama çeşitli nedenlerle vazgeçtim. Birkaç haftalık bir aradan sonra bu köşeyi yeniden açarken bu yazıyı artık yayınlamayı tasarlıyor ve bir süre daha beklersem çok geç olacağını düşünüyordum. Buna karşın İSO Başkanı Hüsamettin Kavi'nin bayram mesajını masamda bulmasaydım belki gene vazgeçerdim. Kavi'nin mesajıyla aynı gün elime geçen YDH Genel Başkanı Hüseyin Ergun'un açıklaması da, aklı başında insanların aynı frekansta düşünmeye ve konuşmaya başladıklarını gösteriyordu sanki. Bu umutla yayınlıyorum çağrımı.

* * * *

Hayır buna razı olamayız. Türkiye'nin göz göre göre kaosa, kargaşaya sürüklenmesine razı olamayız.
Türkiye'nin dünyadan kopmuş bir karanlıklar ülkesi haline getirilmesine seyirci kalamayız.
Bu gidişi, bu "oyun"u durdurmalıyız.
Bu felaketi önlemek için elimizden geleni yapmalıyız.
Nereden çıktı bu felaket lafı demeyin. Çevrenize biraz dikkatlice bakın.
Düş kırıklığı umutsuzluğa, tatminsizliği öfkeye dönüşmüş insanlar göreceksiniz.
İnanç, mezhep, ırk farklılıkları hatta fikir ayrılıkları körüklenerek kışkırtılan, nefret çağrılarıyla birbirine karşı bilenen, hırslı insanlar göreceksiniz.
Katılaşmış tavırlar, keskinleşen düşmanlıklar göreceksiniz.
Adeta zırhlar kuşanılmış, kılıçlar çekilmiş. Sanki herkes artık kaçınılmaz görünen bir büyük savaşıma hazırlıyor kendini.
Herkes kendi mevzilerini sağlamlaştırma, cephanesini zenginleştirme çabasında. Taraftarını artıran seviniyor, "biz kazanacağız", havasına girip avunabiliyor.
Belki de tek bir olay, tek bir sözcük, tek bir kıvılcım yetecek bu gerilimin patlamaya dönüşmesine. Bir anda büyük bir kargaşanın içinde bulacağız kendimizi.

OYUNU BOZMAK İÇİN

Bu felaketi önlemek için bu "oyun"u nasıl bozacağımızı düşünmek zorundayız. Düşmanlığın yerine hoşgörüyü, katılığın yerine anlayışı, ayrılığın yerine uzlaşmayı koymanın yollarını aramak zorundayız.
Her birimizin yapabileceği şeyler var bu konuda. Dönüp bir bakalım kendimize, önce kendimizi bir sorgulayalım.
Farkına varmadan bu "oyun"un sürmesini sağlayan bir rol oynuyor muyuz?
İnançla bir fikri savunurken, özveriyle bir kavgayı verirken aslında bu "oyun"a katılmış olmuyor muyuz?
Taraftarlarımızı artırıp karşımızdakileri altetmeye çalışırken bu "oyun"un bir parçası haline gelmiş olmuyor muyuz?
Bir an için dönüp kendimize bakabilsek, saplantılarımızı, yanlışlarımızı, eksikliklerimizi bir görebilsek belki de bu "oyun"un dışında kalabiliriz, davranışlarımızı değiştirerek bu "oyun"u bozabiliriz, daha güzel bir oyunu başlatabiliriz. Bizi felakete sürükleyen "oyun"un yerine önümüzde yeni ufuklar açacak bir başka oyunu geçirebiliriz.

ÖNCE KENDİMİZE SORALIM

Nasıl yapabiliriz bunu? Kendimizi nasıl sorgulayabiliriz?
1. Önce düşmanlıklarımızdan başlayalım. Düşman sayıp karşımıza aldıklarımızla hiç mi ortak yanımız yok? Bunların hiç biriyle, hiç bir şeyi paylaşmamız, hiç bir konuda uzlaşmamız mümkün değil mi? Bu düşmanlıkları biraz da futbol taraftarı psikolojisi içinde, kendimize bir statü, bir konum sağladığı için mi sürdürüyoruz?
2. İkinci olarak kendi "doğrularımız"ı sorgulayabiliriz. Dün "doğru" bulduğumuz her şey bugün de doğru mu bizim için? Dünya ve Türkiye hızla değişirken bu değişim bizi hiç etkilemedi mi? Acaba geçmişi inkar etmemek kaygısıyla ya da alışkanlıkla mı ısrar ediyoruz bazı görüşlerimizde? Yeniden bir durup düşünsek farklı bir noktaya varabilir miyiz? İlk bakışta kendi görüşümüze aykırı gelen görüşler içinde de doğru bulduğumuz yanlar olamaz mı? Karşıt saydığımız görüşleri ve bunları dile getirenleri anlamak için bir çaba gösteriyor muyuz?
3. Üçüncü olarak bize doğru görünen, geçerli görünen çözümleri sorgulayabiliriz. Acaba bunlar bizim idealize ettiğimiz çözümler mi? Bugünün Türkiyesinde bu çözümlerin uygulanma ve başarılı olma şansı var mı? Yetmiş yıl önce, elli yıl önce, yirmi yıl önce geçerli olan çözümler bugün hala geçerli mi? Bu çözümleri bugünün Türkiyesinde, bugünün dünyasında uygulamaya kalkmanın bedelini biliyor muyuz? Bize doğru gibi görünen çözümlerin yan etkilerini, yol açabileceği yeni sorunları hesaba katıyor muyuz? Bizimkinden farklı çözümleri yeterince inceledik mi? Bunlar içinde benimseyeceğimiz yanlar yok mu?
4. Dördüncü olarak içtenliğimizi ve saydamlığımızı sorgulayabiliriz. Acaba dışa vurduğumuz görüşler, sergilediğimiz tavırlar bizi tam olarak yansıtıyor mu? Kendi başımıza kaldığımızda kabul ettiğimiz bazı şeyleri toplum içinde reddetmek zorunda mı hissediyoruz kendimizi? Belli bir görüşü savunmanın, belli bir davranışı sergilemenin bize kazandırdığı konum ve ün, farklı düşünmeye başlasak da bunu itiraf etmemizi, açığa vurmamızı engelliyor mu? Bu tavrımız bizim bazı kalıpları kırarak kendimizi geliştirmemizi, yenilememizi önlüyor mu? Bu yüzden belli bir çevreye, belli bir çerçeveye hapsolup kalıyor muyuz?

İLETİŞİM KOPUKLUĞU

Bana öyle geliyor ki biz bu tür soruları yeterince sormuyoruz kendimize. Bu yüzden aslında iletişim kurabilecek insanlar arasında bile müthiş bir iletişimsizlik, müthiş bir kopukluk var. Aslında benzer özlemler taşıyan insanlar arasında bile yer yer düşmanlık biçimine bürünebilen bir diyalogsuzluk var. Örneğin laik ve demokratik bir Türkiye'de yaşama özleminde olan geniş kesim içindeki kavgaların tarafları, adeta düşman gibi görüyor birbirini. Şu anda Refah Partisi'ne oy verebilecek insanların da yer alabileceği bu geniş kesim içindeki düşmanlıklar laiklik ve demokrasinin gerçek düşmanlarına yarıyor.
Dinine bağlı herkesi "şeriatçı" diye damgalayarak dışlayan anlayış Türkiye'de bir şeriat devleti kurmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyor. Yazar - çizer takımının birbirlerine "2. Cumhuriyetçi dönek" - "Kemalist dinozor"; "liboş" - "devlet ajanı"; "bölücü hain" - "darbeci despot" gibi iltifatlar yağdırarak kamplaşmaları da aslında laik düzeni ve demokrasiyi hedef alan "oyun"la çok güzel bağdaşıyor. Bu diyalogsuzluk ortamında bunalan geniş kesimin kimlik ve çözüm arayışı içinde ırka, mezhebe, bölgeciliğe dayalı ayrılıklara yönelmesi de kolaylaşıyor.
Kendimizi içtenlikle sorgulayabilir ve iletişimsizlik krizini aşabilirsek, giderek kronikleşen sorunlarımızı aşmak için belki de en önemli adımı atmış olabiliriz diye düşünüyorum.


İstanbul Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı Hüsamettin Kavi'nin Ramazan Bayramı nedeniyle yayınladığı mesaj şöyle:
"Türkiye gündemine son günlerde yerleşmiş olan gerilim dolu olaylar toplumumuzda endişe ile izlenmektedir. Bu olaylara rikkatle ve sağduyu ile yaklaşılarak ortamın sakinleştirilmesi gerekirken, birbirinin peşisıra yenileri eklenmektedir.
Ülkemizin böylebine önemli bir değişim sürecinden geçtiği ve tüm toplum kesimlerinin birbirini anlamaya çalışmak zorunda olduğu bu dönemde, demokratik sabrın dışında dayatma ve emrivakiler, Türkiye'nin beklediği uzlaşma çabalarındaki gelinen aşamalara ve ülke bütünlüğüne zarar vermektedir.
Türkiye'nin gündemindeki ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel meselelerini aşabilmek ve aradığımız toplumsal mutluluuğ yakalayabilmek, hepimizin ortak değerlere sahip çıkması ile mümkündür. Toplumun tüm birey, kesim ve kurumları olarak bu inanç ve anlayışı bozmak isteyenlere geçit vermemeliyiz.
Başı sıkıştığında askere davet çıkaran, koşullar normale döndüğünde de Türk demokrasisine yıllar kaybettirildiğini söyleyen ikiyüzlü zihniyetin Türk Silahlı Kuvvetleri'ni zaafiyete uğratma girişimlerine müsaade edilemez.
Türkiye sıkıntılarını laik demokratik düzenin ve Anayasa'nın sağladığı imkanlar içinde kurumları ile beraber aşabilmeyi başarmak zorundadır.
Türk toplumunun başta siyasi partileri olmak üzere tüm kurumlarını önce kendi gerçeklerini görmeye davet ediyoruz. Her kurum önce kendi içindeki yanlışlara anında tavır koymak ve kendi özeleştirisini yapabilmek zorundadır. Kendi özeleştirisini yapabilecek kadar demokrat olmayanların, başkalarını eleştirmeye hakkı olamaz.
Gün, hiçbir kesimin, toplumun giderek sisteme olan itibar ve güvenini sarsacak şekilde kendi düşünve ve programını öne koyacağı gün değildir. Gün, ülke gerçeklerinin ve insan haklarına saygılı, demokratik ve çağdaş ülkeler topluluğunun saygın bir üyesi olmaya kararlı Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasasının temel ilkelerini paylaşma anlayışını hayata geçirmemiz gereken gündür. Ancak ve ancak bu düşünce ve anlayışı tüm ülke sathında paylaşabilmek, ülkemizi ve insanlarımızı aradığı ve özlemini duyduğu mutlu bayramlara ve yarınlara götürebilir."