Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Devletin tepesindeki kavgayla başlayan hafta boyunca yaşananlar herhalde Türkiye'deki çoğu insanın tahammül sınırlarını zorladı. Ben kendi hesabıma hayatımın en sıkıntılı haftalarından birini yaşadım. Geçen yılın ağustos ayından beri "ekonominin bıçak sırtında" durduğunu anlatmaya çabalayan ve olaylı haftaya girilirken "ekonominin sırat köprüsünden geçmekte olduğunu" vurgulayan kulunuzun geçen pazartesi yaşanan komediyi görüp de çıldırmaması mümkün değildi. Büyüklerimizin marifeti yetmiyormuş gibi, geçen hafta boyunca değişik platformlarda sergilenen aczin, cehaletin ve cüretin boyutları da çıldırttı beni.
Çocuksu beyanatlarla durumu kurtarmaya çalışan Başbakan Ecevit'in içler acısı hali, sorumluluk aldığı dönemlerdeki marifetleri(!) unutulmamış olan Güneş Taner'in en devalüe haliyle yeniden piyasaya sürülmek istenmesi ve ekonomiden anladığı varsayılıp mikrofon tutulan bazı kişilerin sergilediği saçmalıklar karşısında kendimi yiyip bitirdim. Bu arada benim bir şeyler bildiğimi sanıp bana danışan, ne yapmaları gerektiğini soran, bir umut ışığı arayan insanlara ufuk açacak bir şeyler söyleyememenin sıkıntısı da eklendi bunlara.

Daha iki hafta önce Ankara temsilcimiz Fikret Bila'ya ekonomik programın "başarı oyküsünü" anlatan Başbakan Ecevit şimdi krizi yaratan açıklamayı yapan kişi olarak hiç sıkılmadan "ekonomide sorunlar vardı, kriz nasıl olsa çıkacaktı", diyebiliyordu. Bazı yetkililer, "canım biz yalnızca kur çıpasından vazgeçtik, program sürecek", yalanına inanmamızı bekliyordu. Bir yandan "dolar fazla yükselmez" kehanetinde bulunan aklıevveller diğer yandan "ihracat patlar" müjdesini verebiliyordu. Bu arada dalgalı kurun her sorunu çözeceğini iddia edenler de vardı.
"Kur çıpası" uygulamasının sakıncalı yanları olduğu aslında yıllardan beri bilinen bir şey. Kur garantisinin aşırı dış borçlanmayı ve "sıcak para" girişini özendirdiği, sermaye girişi nedeniyle ülke parasında meydana gelen aşırı değerlenmenin dış açığı büyüttüğü, bu açığın finanse edilmesinde kuşkular belirdiğinde devalüasyon baskılarının arttığı ve "çıpa"ya saldırının gündeme gelebildiği biliniyor.

Bütün bunları bile bile IMF neden "kur çıpası"nı önerdi Türkiye'ye? Ve biz de bunu neden benimsedik ve 2000 yılı başından beri uygulanan programa bir şans tanınması gerektiğini savunduk?
Bu soruyu cevaplayabilmek için önce şu saptamayı yapmamız gerek: Türkiye ekonomisinin temel sorunu kronik enflasyona bağımlı hale gelmiş olmasıdır. Büyümenin sürdürülememesinin nedeni de budur. 1970'lerdeki petrol şokları sonrasında başlayan bu bağımlılıktan kurtulma çabaları hep yarım kalmış ve bünye "enflasyon" denen uyuşturucuya fena halde alışmıştır. Neredeyse 25 yıldır ekonominin hemen tüm aktörlerinin ve kurumlarının davranışları ve beklentileri "enflasyonlu yaşam"a göre biçimlenmiştir. Bu kadar bünyeselleşmiş bir alışkanlığı kırmak ve "enflasyonsuz yaşam"a geçmek fevkalade zor bir iştir. Bazı palavracıların sandığı gibi olay "bütçeyi ve parayı sıkı tutmak"tan ibaret değildir.

Öte yandan yapılan ciddi araştırmalar, Türkiye'de enflasyon beklentilerini en fazla etkileyen faktörün döviz kuru olduğunu göstermiştir. Bu durumda, bizdeki gibi kronikleşmiş bir enflasyonla mücadele ederken döviz kurunu bir "çıpa"ya bağlamanın haklı bir gerekçesi vardır. "Kur çıpası" beklentileri değiştirme ve enflasyonu hedeflenen noktaya doğru çekmek için etkili bir araçtır. Nitekim bu etki bizde de görülmüş ve yıllardan beri ilk kez enflasyonun % 20'nin altına inmesi şansı doğmuştu.
Ancak, 1999'da benimsenen programda da öngörüldüğü gibi, "çıpa"nın kapsamlı yapısal reformlarla, maliye ve para politikalarıyla desteklenmesi gerekmektedir. Bizde olduğu gibi bunlar eksik kaldığı taktirde, gerçekleşen enflasyon oranıyla hedeflenen kur arasındaki uçurum büyümekte, ülke parası aşırı değerlenmekte ve "kur çıpası" bir risk faktörü haline gelmektedir.
"Kur çıpası"na dayalı programa destek verenlerin yanılgısı, bu hükümete ve bu kadronun bu zor programı gerçekleştirme şansı tanımalarından kaynaklandı. Ben kendi hesabıma bunun bir kumar olduğunu hep düşünüyordum ama Türkiye'nin şartlarında başka şansım da yoktu galiba.

Halkın arasında dolaşıp da duyduklarını olduğu gibi politikacılara aktaranlar var mı bilmiyorum ama benim İstanbul'da sokakta, takside, bakkalda, manavda ve her girdiğim yerde duyduklarım çarpıcı bir gerçeği yansıtıyor: İnsanlar geçen hafta yaşananların baş sorumlusu olarak Hüsamettin Özkan'ı görüyor ve onu o mevkide tutan Başbakan Ecevit'e de büyük tepki duyuyor. Bu arada krizle birlikte gülümseme tiki edinmiş görünen Mesut Yılmaz'ın kurtarıcı olarak Güneş Taner'i bulması da müthiş tepki çekiyor. Işın Çelebi'nin geçen hafta bir TV programında söylediği gibi, aslında son on yılda ekonomi yönetiminde rol almış olan herkesin halktan özür dilemesi ve bence bir daha bu işlere bulaşmaması lazım.
Aslında olay çok açık: birçok kimse IMF ile mutabık kalınan programı sonuca ulaştırabileceği umuduyla bu hükümete destek verdi. Geçen hafta yaşananlar bu umudu bitirdi. "Kur çıpası" ile birlikte program da bitti, bu hükümetin misyonu da. Bundan sonra bu ekiple çıkış yolu aramak vakit kaybından başka bir şey değil ve vakit çok kıymetli. İçeride ve dışarıda güveni tesis edemezsek daha da diplere doğru kayacağız. Sanırım şu noktada IMF de tam olarak ne yapacağını bilmiyor. Bu ortamda "enflasyon hedeflemesi"nden falan söz etmek de tam bir kandırmaca. Acilen içeride ve dışarıda güven yaratacak yeni bir ekibin oluşturulması gerekiyor ve her geçen dakika aleyhimize işliyor.

Program çökünce fatura bürokratlara kasildi ve Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel istifa etti. Hazine Müsteşarı Seçuk Demiralp’in dünkü Sabah’ta yer alan gerçekçi değerlendirmesi onun da görevden ayrılacağını düşündürüyor. Hata ve savapları tartışılabilir ama her iki bürokrat da, siyasi otoritenin sahip çıkmadığı programı yürütmek için olağanüstü bir çaba gösterdi.

Sezer - Ecevit düellosuyla başlayan krizin İngilizce basındaki değerlendirmelerinde dikkatimi çeken noktaların biri de, hemen her yazıda bu krizin Türkiye - Avrupa Birliği (AB) ilişkilerine de darbe vuracağından söz edilmesi.
Sayın Sezer ve Sayın Ecevit o gün hangi etkiler altında, hangi ruh hali içinde öyle davrandılar bilemiyorum ama Türkiye’nin AB ile bütünleşmesini ve küresel düzenle uyum sağlamasını istemeyenlerin bu krizle birkaç kuş vurduklarını düşünmek mümkün. Yaratılan kriz sayesinde (1) Ulusal Program tartışılamadı, (2) Ekonomik program çöpe atıldı ve enflasyonun AB normlarına yaklaşması bir başka bahara kaldı, (3) Yönetimdeki sivillerin beceriksizliği bir kez daha kanıtlandı, (4) IMF’nin itibarı sıfıra düştü. Bütün bunlar kime yaradı acaba?