Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Türkiye’de enflasyonla mücadeleyi zorlaştıran faktörlerden biri de enflasyonsuz yaşamı hatırlayanların azınlığa düşmüş olması. Türkiye tek haneli enflasyonu en son 1970 yılında yaşamış. O günlerde çocuk yaşta olanları da hesaba katarsak, halkımızın yüzde 70’inin enflasyonsuz yaşamı tanımadığını söyleyebiliriz. İnsanlarımızın büyük çoğunluğu enflasyonsuz yaşamın nasıl bir şey olduğunu, kendi hayatını nasıl etkileyeceğini bilmiyor. Tek haneli enflasyonla hayatın nasıl olduğunu hatırlayabilecek yaşta olanların da bugünkünden çok farklı koşullarda yaşadıkları o günleri ne kadar iyi hatırladıkları sorulabilir her halde.
Enflasyon ve büyüme
Böyle bir ülkede enflasyondan kurtulmanın kendilerine ne getireceğini insanlara anlatmak fevkalade zor bir şey. Buna karşılık enflasyonla mücadele adına yapılanların bugüne dek sıkıntı ve kriz getirdiğini, ekonomik büyümeyi durdurduğunu herkes hatırlıyor. Ayrıca yakın geçmişte yüksek enflasyonla hızlı büyümenin birlikte yaşandığı yıllar olmuş. O yılları özlemle hatırlayıp, "biz enflasyonla yaşamaya ve işimizi büyütmeye alışmıştık, enflasyonu düşürelim derken büyümeyi düşürdük" diyebilen yaşını başını almış (yani tek haneli enflasyonlu dönemde yaşamış), holding patronu işadamlarımız bile var. Ekonomistlerimiz arasında da enflasyonla mücadelenin büyümeyi sınırladığını savunanların azımsanmayacak sayıda olduğunu biliyoruz.
Bu konuda ortaya çıkan kafa karışıklığını aşmak için Türkiye’nin ve diğer bazı ülkelerin 1990 sonrası deneyimiyle de kanıtlanan birkaç noktayı alt alta sıralamakta yarar olabilir:
• Türkiye ekonomisinin Körfez Savaşı döneminde yaşadığı durgunluktan sonra, son sekiz yılda üç kez derin küçülme krizleri yaşaması, küreselleşen dünyada sürdürülebilir büyümenin yüksek enflasyonla bağdaşmadığını ortaya koyuyor.
• "Geçiş dönemi ekonomileri" diye adlandırılan eski sosyalist ülkelerin, enflasyonu kontrol altına aldıktan sonra çok daha başarılı bir büyüme performansı ortaya koymaları da sürdürülebilir büyümenin ancak enflasyonu yendikten sonra gerçekleşebildiğini gösteriyor.
• Bu genel trendi göz ardı edip "biz enflasyonla da büyürüz" inancıyla sağlanan büyüme dönemleri çok kısa olabiliyor ve bu tür büyümenin yarattığı dengesizlikler ardından daha da derin küçülme krizleri getiriyor.
• Sürdürülebilir büyümeye önemli katkı yapabilen doğrudan yatırım sermayesi öncelikle makroekonomik istikrarı sağlayıp enflasyonu yenmiş olan ülkelere yöneliyor ve büyüme hızını yükseltebiliyor.

Madalyonun tersi
Makroekonomik istikrarın ve enflasyonun bünyeden atılmasının günümüzde sürdürdülebilir hızlı büyümenin bir önkoşulu haline geldiği söylenebilir. Ancak bunu söylerken şu noktaları da hatırda tutmakta yarar var:
• Enflasyonu düşürme çabasının öne çıktığı dönemlerde bu çaba geçici olarak büyümeyi olumsuz etkileyebiliyor. Enflasyonla yaşamaya alışmış kesimin tasfiyesi sürecinde durgunluk yaşanabiliyor.
• Enflasyonun düşmesi otomatik olarak ve hemen büyümeyi tetiklemeyebiliyor. Enflasyonu düşürme çabasının uzunca süren durgunluk dönemleri yaratabildiği de oluyor.
• Enflasyonun düşmesiyle ortaya çıkması beklenen olumlu etkenler gecikirse ve ekonomideki küçülme ya da durgunluk dönemi uzarsa bunun yarattığı hoşnutsuzluk olumlu beklentilere baskın çıkabiliyor ve umulan sonucun alınmasını zorlaştırıyor.
• Makroekonomik istikrarın kalıcı olduğu ve ekonominin bünyesinin bunu kabul ettiği izlenimi yerleşmezse yabancı doğrudan yatırım sermayesinde beklenen sıçrama gerçekleşmeyebiliyor.
Bu genel çerçeveyi çizdikten sonra şimdi Türkiye’nin şu anda uygulamaya çalıştığı programın nasıl bir çıkış yolu öngördüğüne bakalım. Devlet Bakanı Kemal Derviş ile Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti’nin son günlerde yaptığı açıklamalar bu konuda bize önemli ipuçları veriyor ve onların da yukarıda çizmeye çalıştığımız çerçeve içinde düşündüklerini gösteriyor. Derviş ve Sendengeçti’yi geçen cuma Deustche Bank tarafından düzenlenen toplantıda dinlerken kafamda daha da netlik kazanan çıkış yolu senaryosunu satırbaşlarıyla şöyle özetleyebilirim:

Türkiye için çıkış yolu
• Türkiye’nin sürdürülebilir büyümeye geçmek için eski alışkanlıklarını ve kafa yapısını (Serdengeçti’nin deyimiyle "mind set"ini) değiştirmesi ve enflasyonu yenmeye öncelik vermesi şart.
• Bu amaca varmak için sıkı maliye politikasıyla dalgalı kur rejiminin ödün verilmeden sürdürülmesi zorunlu.
• Bu süreç içinde güvenin tesisiyle birlikte TL’ye ilginin artması ve dövize kilitlenen paranın tüketime yönelmeye başlaması, iç talebi canlandırarak büyümeye katkıda bulunabilir.
• Dünya ticaretinin durakladığı 2001 yılında bile artan ihracat dünyada çok daha iyi geçmesi beklenen 2002 yılında da artışını sürdürerek büyümeye katkıda bulunabilir.
• 2001 yılında ciddi bir azalma gösteren tarımsal üretim 2002’de % 5 dolayında bir artışla büyümeye katkıda bulunabilir.
• Bütün bunların sonucunda % 35’lik enflasyon hedefiyle % 3’lük büyüme hedefi birlikte gerçekleşebilir.
Özetle Derviş ve Serdengeçti’nin yazının başlığındaki soruya cevabı "evet".

Uzunca bir süre "bilinen sır" olarak saklandıktan sonra kasım ve şubat krizleriyle açığa çıkan banka sistemimizdeki sorunların çözümlenmesi yolunda epeyce yol alındı bugüne kadar. Ben bankacılık uzmanı değilim ama geçenlerde görevinden ayrılan Vural Akışık’ın ve (geçen hafta benim bu köşede, herhalde yanlış bilgiden kaynaklanan bir sıçrama yaparak görevinden ayrılacağını yazdığım halde görevine devam etmekte olan) Engin Akçakoca’nın gerçekten çok zor ve riskli bir işin altına girerek önemli adımlar attıklarını teslim etmek gerekiyor bence. İşin zorluğu banka sisteminin aslında Türkiye’deki güç dağılımının ve para - siyaset ilişkisinin bir aynası olmasından kaynaklanıyor. Bu nedenle "bankacılık ilkeleri neyse onu yaparım" demek herkesin harcı değil.
Banka sektörünün net bir fotoğrafını çekme ve ona göre yeniden yapılanmasını sağlama çabalarında bugün gelinen noktadaki duraksamalar da sanırım biraz da bundan kaynaklanıyor. Sistemin fotoğrafı olduğu gibi ortaya konduğunda ve irili ufaklı tüm bankaların gerçek durumları ortaya çıktığında bunun yaratacağı tepkiler hesaba katılarak her adım ihtiyatla atılıyor sanki. Ama çaresi yok, gerçeklerle yüzleşme saati er geç gelecek her halde.

Yeni ekonomiyle, küreselleşmeyle, değişimle ve yöneticilikle ilgili yazılarını bir kitapta toplayan Yaprak Özer, American Management Association tarafından yapılan ve kadınla erkeğin davranış farklılıklarını ortaya koyan bir araştırmanın ilginç bazı bulgularını aktarmış:
• Kadınlar detaylara takılıyor ve ana fikri gözden kaçırabiliyor: erkekler ise genel resmi daha iyi okuyabiliyor ama önemli detayları atlayabiliyor.
• Kadınlar, işi doğru yapmaya; erkekler ise bildikleri gibi yapmaya çalışıyor. Bu nedenle erkeklere bir işin başında o işin kurallarının net olarak hatırlatılması gerekiyor.
• Kadınların yaratıcı olabilmeleri için teşvik edilmeye daha fazla ihtiyaçları olduğu gözleniyor. Erkekler çocukluktan itibaren farklı düşünmeye zorlandıkları için daha yaratıcı olabiliyorlar.
• Erkeklerde konuları hafife alma, örneğin bir espriye takılma eğilimi, kadınlarda ise tam tersine her şeyi hemen ciddiye alma eğilimi ağır basıyor.