Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


İktidara gelir gelmez kendini, gerçekten içinden çıkılması zor bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya bulan AKP yönetiminin, şu anda ABD yönetimiyle müthiş bir pazarlık içinde olduğu anlaşılıyor. Bu amaçla Washington’a giden Dışişleri Bakanı Yakış ile Devlet Bakanı Babacan’ın Başkan Bush tarafından kabul edilmesi de sürdürülen pazarlığın önemini gösteriyor.
İlk Körfez Savaşı’nda büyük beklentilerle ABD’yi destekleyen fakat sonuçta büyük zararlara uğrayan Türkiye’nin bu kez ABD’den sağlam güvenceler istemesi anlaşılır bir şey. Ağır bir faiz yükü altındaki ekonomimizin kaderini de etkileyebilir ABD’den alınacak mali desteğin miktarı ve yapısı. Hibe oranının yüksek olması Türkiye’ye ciddi rahatlık sağlayabilir.
Ancak, ABD ile yapılan pazarlıkta havada uçuşan milyarlarca dolarlık rakamlarla ABD’nin TBMM’den çıkmasını dört gözle beklediği "tezkere" arasında doğrudan bağ kurulması ve sanki pazarlığın bu bazda sürdüğü izleniminin doğması rahatlık değil, tersine ciddi bir rahatsızlık yaratıyor. Türkiye’de halkın temsilcisi olan Meclis’in tabandaki eğilimleri bir kenara koyup ABD’den gelecek desteğe göre karar vereceği izleniminin doğmasının içeride olduğu kadar dışarıda da olumsuz bir etki yapacağını sanıyorum. Irak savaşı konusunda ilkeli bir davranış içinde olacağını belirten hükümetin durumu netleştirmesinde yarar var.

ABD’nin savaş tutkusunu gerçekleştirmek için, Fransa ve Almanya’nın direncinin ötesinde, önceki gün dünya meydanlarını dolduran savaş karşıtı milyonların iradesini de hiçe sayması gerekecek
Önceki gün dünyanın dört bir yanında, yüzlerce kentte gerçekleştirilen savaş karşıtı gösteriler, gündemdeki temel tercihi çok açık biçimde ortaya koydu: Ya savaş kazanacaktı, ya da demokrasi. Küremizin insanları, ABD’nin küresel düzenin tek hâkimi olduğunu kanıtlamak için Irak’a savaş açmasına karşı seslerini yükseltiyordu.
Çeşitli ülkelerde yapılan kamuoyu yoklamaları da ABD’nin ve yanına çektiği ülkelerin, Birleşmiş Milletler (BM) desteği olmadan Irak’a savaş açmasına karşı olanların oranının % 80’leri bulduğunu gösteriyordu. Her şeye karşın savaşı göze alanların, üstelik bunu "Irak’a demokrasi götürmek için" yaptıklarını iddia edenlerin, kitlelerin eğilimini hiçe sayarak bu serüvene atılmaları gerekecekti. Tercih basitti: Ya savaş kazanacaktı ya da demokrasi.

ABD ve Avrupa
Irak’a ve Ortadoğu’ya akıllı bombalarla demokrasi götürmeye kararlı görünen, savaş yanlısı "demokratik emperyalistler"in etkisi altındaki ABD yönetimi ile, bu yönetimin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in "eski Avrupa" diye aşağılamaya çalıştığı, Almanya ve Fransa’nın temsil ettiği Avrupalı anlayış arasındaki çelişki de aslında bu temel tercihle ilgili.
Bir yanda, yüzyıllarca süren savaşlarda birbirini yiyen Avrupa ülkelerinin, bu savaşların belki de en korkuncu olan 2. Dünya Savaşı sonrasında benimsediği, askeri güç kullanımını ve savaşı gündem dışı bırakan post - modern devlet anlayışı var. Diğer yanda ise, üstün askeri gücüne dayanarak dünyaya hükmetme hevesindeki ABD’nin "kanun benim, dilediğimi yaparım" diyen bugünkü yönetiminin anlayışı.
2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin askeri alandaki üstünlüğünü kabul ederek ona bir alternatif oluşturmaya çalışmayan Avrupa’nın, bugünün dünyasında sorunların askeri güçle değil uluslararası kurumlar ve kurallar içinde çözümlenmesini istemekten başka seçeneği bulunmadığını belirten Robert Kagan, geçen yıl Policy Review dergisinde yayımlanan ilginç makalesinde, Irak sorunu nedeniyle ABD ile Avrupa arasında bir görüş ayrılığı yaşanacağını belirtirken şöyle demişti: "Amerika’nın askeri gücü ve bu gücü gereğinde tek taraflı olarak kullanma hevesi, Avrupa’nın kendine biçtiği yeni misyonun karşısındaki en büyük tehdidi oluşturuyor. ABD’nin Irak sorununu, gereğinde tek taraflı olarak ve yasal dayanağa gerek duymadan, askeri güce başvurarak, çözmeye çalışma eğilimi, Avrupa’nın önde gelen yetkililerini ve siyasetçilerini, Irak’ın durumundan ve Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarına sahip olmasından daha fazla kaygılandırıyor... Avrupalılar için, ABD’nin böyle bir eyleme geçmesi, ‘postmodern’ Avrupa’nın özüne yapılmış bir saldırı niteliği taşıyor."
Kagan’ın da belirttiği gibi, Fransa ve Almanya’nın bugün ABD’ye karşı sergilediği direnç, petrolle iç içe geçen ekonomik çıkarların ve iç politika hesaplarının ötesinde, ABD’nin tek başına söz sahibi olacağı bir küresel düzene karşı direnişin ifadesi.

BM, AB ve NATO
Irak sorunu gibi sorunların uluslararası hukuka uygun olarak ve bir konsensüs içinde çözümlenmesini isteyen Fransa ve Almanya’nın bu çabasına karşılık ABD’nin, kendi amaçlarına hizmet etmedikleri noktada BM kararlarını dikkate almama eğilimini bir tehdit olarak kullanması ve AB’yi içinden bölmek girişiminde bulunması, Fransa ve Almanya’yı da ABD’yi frenlemek için NATO’daki veto haklarını kullanmaya itti. Böylece her üç kurumun geleceğinin tartışma gündemine gelmesiyle birlikte mevcut küresel düzenin geleceği de tartışılmaya başlandı. Gelinen noktada, savaş yanlısı ya da karşıtı olan hükümetlerin tutumlarının yanı sıra, önceki gün meydanlara dökülen kitlelerin tutumlarını da dikkate almak gerekiyor. Demokrasinin temel unsuru olan halk kitlelerinin büyük çoğunlukla ABD’nin Irak’a savaş açmasına karşı olduğu bir ortamda, ABD yönetimi ve yandaşları her şeye karşın savaşı göze alırsa, bu herhalde gözünü hırs bürümüş "demokratik emperyalistler"in demokrasiye karşı zaferi olacak.