Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


     Geçen gün aslen Lübnanlı olup da daha çok Türkiye'de yaşayan bir dostuma rastladım. Beni, ağabeyi olduğu anlaşılan yanındaki kişiye "hani sana söz etmiştim, şu ekonomist olan dostum" diye tanıştırınca ağabey hemen soruyu patlattı: "Ne dersiniz, elimdeki Türkiye eurobondlarını satayım mı?" 23 Haziran tarihli Financial Times gazetesinin "yükselen pazar" tahvilleriyle ilgili yorumunda Türkiye'yi Venezüella ile aynı kategoriye koyarak, "siyasi istikrarsızlıkla ve ağır borç yüküyle boğuşan" her iki ülkenin tahvillerinin "aşırı değerlenmiş göründüğü"nü yazdığını söylemedim kendisine; acele etmemesini ama gelişmeleri yakından izlemesini önerdim. Ona bunları söylerken, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Larson'un "gevşemeyin" uyarısından haberim yoktu tabii.
     Cevabım Lübnanlı ağabeyi ne kadar tatmin etti bilmiyorum, o lafı değiştirdi ve benimle karşılaşmadan önce gezdiği Metro City alışveriş merkezinde gördüklerini biraz da hayretle anlatmaya başladı: "Türkiye'de fakirlik de var duyduğum kadarıyla ama o alışveriş merkezinde gördüğüm mal çeşidi ve zenginliği şaşırttı beni. Herhalde 1 milyar dolarlık mal var o çarşıda." Lafını kesip "yalnızca İstanbul'da daha kaç tane bu çapta alışveriş merkezi var" diyemedim. Türkiye aslında zenginlik ve potansiyel bakımından hafife alınacak bir ülke değil ama yönetimlerin "hafif sıklet" olması bizi hak etmediğimiz bir ligde süründürüyor.
     
     Avrupa'nın kendini toplayarak ABD'ye karşı bir ağırlık oluşturmasını isteyenlere Fransa ve Almanya'nın çok tanınmış iki düşünürü de katılmış. Jacques Derrida ile Jürgen Habermas'nın ortak imzalarıyla Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinde yayımlanan bir yazıda bu talebin dile getirildiğini belirten ünlü tarihçi Paul Kennedy, onlara cevap niteliğinde bir yazı yazarak Avrupa'nın küresel düzendeki ağırlığını artırabilmek için neler yapması gerektiğini sıralamış. (The Guardian gazetesi, 24 Haziran 2003). Avrupa'nın, "çekirdeğini" oluşturan Fransa ve Almanya gibi ülkelerin öncülüğünde, ortak bir dış politika belirleyerek ABD karşısında bir ağırlık oluşturması gerektiğini vurgulayan Derrida ve Habermas'a, Avrupa'nın lafla değil ancak kararlı eylemlerle inandırıcılığını ve ağırlığını artırabileceğini hatırlatan Kennedy'ye göre Avrupa'nın yapması gerekenlerin başlıcaları şunlar:
     
     AVRUPA NE YAPMALI?
•   Avrupa, mecburi askerliği kaldırmalı ve savunma harcamalarını artırarak, gerektiğinde dünyanın herhangi bir yerinde savaşabilecek nitelikte bir askeri güç oluşturmalı.
•   Avrupa, Birleşmiş Milletler'in ve özellikle de Güvenlik Konseyi'nin yapısının ve veto düzeninin değişmesini kabul etmeli, Brezilya ve Hindistan gibi ülkelere de üyelik şansı tanınabilmesi için Konsey'de Avrupa'yı temsil eden tek üye bulunmasına razı olmalı.
•   Avrupa korumacılığa karşı yaygın bir kampanyanın öncülüğünü yapmalı ve tarıma sağladığı destekleri derhal azaltarak bu yolu açmalı.
•   Avrupa, yoksul ülkelere sağladığı kalkınma yardımlarını artırarak ve bu ülkelere mali desteğin yanı sıra teknoloji ve eğitim desteği de vererek onların yanında olduğunu kanıtlamalı.
•   Avrupa, hemen güneyindeki Afrika'ya özel bir önem vererek destek sağlamalı ve ABD'nin ihmal ettiği muhtaç kıtanın gönlünü kazanmalı.
•   Avrupa, ekonomik büyümeyi hızlandıracak reformları geciktirmeden tamamlamalı ve ABD ile rekabet edebilecek konuma gelmeli.
•   Avrupa, genç nüfusunu artıracak önlemleri almalı.
     Avrupa'nın yapması gerekenleri böyle sıralayan Paul Kennedy'ye göre, bu adımların gerçekleşmesi için özellikle Fransa, Almanya ve Belçika gibi Avrupa'nın "çekirdek" ülkelerinin birçok alanda kapsamlı değişimin kaçınılmazlığını kabul etmeleri gerekiyor. Kennedy, söz konusu ülkelerin yılların alışkanlıklarını terk edip bu adımları atmamaları halinde, "Avrupa ortak dış politika oluşturup ağırlığını artırsın" demenin fazla bir anlam taşımayacağını vurguluyor.
     
     AVRUPA'NIN ÇIKMAZI
     Kennedy'nin önerileri özünde doğru bir saptamadan yola çıktığı için anlamlı. Avrupa'nın bugün ABD ile boy ölçüşecek bir ağırlıkta görünmemesinin, bir ülke değil ülkeler topluluğu olmasıyla, kendine özgü sosyo - ekonomik yapısıyla, zaaflarıyla ve bencil tavrıyla da yakından ilgisi var. Özellikle Avrupa'nın çekirdeğini oluşturan ülkeler, kendi rahatlarını ve yerleşik çıkarlarını korumaya öncelik verdikleri, askeri harcamalara kaynak ayırmadıkları ve yoksul ülkelerin gönlünü kazanmak için özel bir çaba göstermedikleri için ABD'nin ağırlığına karşı koyacak bir ağırlığa sahip olamamış Avrupa. Tabii bütün bunlar, 2. Dünya Savaşı sonrasında artık barış içinde yaşamaya ahdetmiş olan "eski" Avrupalıların temel tercihleriyle ve hayat felsefeleriyle de yakından ilgili sonuçlar. Dolayısıyla "Avrupa küresel düzende bir ağırlık taşımak istiyorsa önce değişmeyi kabul etsin" demenin, bir temenni olmanın ötesinde ne kadar gerçekçi bir öneri olduğunu da tartışmak gerekiyor.
     
     Türkiye yaptığı temel bir tercihle kendini Avrupa içinde bir geleceğe hazırlarken Avrupa'nın kendi geleceği ve küresel düzendeki ağırlığı da Türkiye'yi yakından ilgilendiriyor. Avrupa'nın ABD karşısında ağırlık oluşturacak bir konuma gelmesi Türkiye için de büyük önem taşıyor. Öte yandan Avrupa'nın bu "ağırlığı" kazanabilmesi, Türkiye gibi genç bir nüfusa, atılımcı bir girişimci kesime ve hatırı sayılır bir askeri güce sahip olan bir ülkenin bu potansiyellerinden, kendi değişim ve dönüşüm sürecini destekleyecek biçimde yararlanabilmesine bağlı. Avrupa, Türkiye'yi bu gözle değerlendirerek geleceğin Avrupa'sının ayrılmaz bir parçası olarak görebilirse, ABD karşısında yakalamayı umduğu ağırlığı da herhalde daha kolay yakalayabilir. ABD karşısında ağırlığı artmış bir Avrupa'nın parçası olmak ise Türkiye'ye çok şey kazandırabilir.