Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Osman ULAGAY

"Biz yaptık oldu" inancıyla durumu idare etmeye devam edersek ergeç dersimizi alır ve yeni dünyanın varoşlarına sürüklenebiliriz.

Bu yazı geçen pazar bu köşede yer alan "Yeni bir dünya kuruluyor" başlıklı yazının, "..ve Türkiye yerini bulamıyor" başlığı da geçen haftaki başlığın devamı.
Evet dünyada çok kapsamlı bir değişim süreci yaşanırken Türkiye'de değişime direnenlerin, statükoyu korumaya çalışanların ya da çözümü geçmişte arayanların ağırlığı hissediliyor. Bunların, dünyadaki değişime ayak uydurma çabalarını engellemede hayli başarılı olduğunu görüyoruz.
Dünyadaki değişim sürecini izlemeye ve buna ayak uydurmaya çalışanlar yok mu Türkiye'de? Kuşkusuz var. İş aleminden bürokrasiye, medyadan sanat dünyasına, bilim ve eğitim çevrelerine uzanan zincire her geçen gün yeni halkalar ekleniyor, Türkiye'yi bilgi toplumuna sıçratacak birikim zenginleşiyor. 1997 yılı içinde Türkçeye çevrilen kitapların, Türkiye'de düzenlenen toplantı ve konferansların listesine baktığımızda da bu arayışın, bu zenginleşmenin izlerini görüyoruz. Sorun, bu grupların, bu insanların ülkenin yönetiminde henüz söz sahibi olmaması; geleceğimizi belirleyecek stratejik kararlar alınırken bu tür insanların görüşlerinin pek dikkate alınmaması; ülkenin bugünü ve yarınıyla ilgili kararların dünyadaki değişimi kavramayanlar tarafından alınması.

Toplum olarak aşama yapmamazı engelleyen faktörlerden biri de "biz yaptık, oldu" inancının yaygınlığı. Ciddi sorunlara "uydurma" çözümler bulmada gösterdiğimiz beceri, köklü çözümlere yönelme zorunluğunu geçici olarak ortadan kaldırabiliyor. Böylece yeni sorunlar yaratmak pahasına da olsa, köklü çözümü erteleyerek "durumu idare etme" olanağını bulabiliyoruz. Bu süreçte ciddi sorunlar yumağı giderek büyürken herkesi etkileyecek derin bir kriz yaşanmadan yaşam sürüp gidebiliyor; bu süreç uzadıkça da bunun böyle sürüp gidebileceği izlenimi yaygınlaşıyor.
Bu ortamda köklü değişime, köklü reforma yönelmek ve bunun maliyetini göze almak hiç de kolay bir şey değil. Muhalefetteyken köklü reforma heves eden politikacı bile iktidar koltuğuna oturup havayı şöyle bir koklayınca bundan vazgeçiyor, durumu idare etmenin yollarını aramaya başlıyor.
Bu yaşam tarzının sürüp gidebileceğine inanabilsek belki de bu durumu kabullenmek gerektiğini düşünebiliriz. Ne var ki dünyanın gidişatı ve özellikle 1997'de yaşananlardan çıkan dersler, Türkiye'nin "biz yaptık, oldu" anlayışıyla yola devam etmesinin ve hedeflediği yerlere ulaşmasının çok zor olduğunu düşündürüyor.

1997'de yaşananlardan öncelikle iki önemli ders çıkarabiliriz.
Birincisi, günümüzün dünyasında krizler ve tepkiler çok ani doğabiliyor ve çok kısa sürede küresel nitelik kazanabiliyor. Prenses Diana'nın ölümü sonrasında oluşan tepki seli ve ünlü "Asya Kaplanları"nın başına gelenlerin dünya ekonomisinde yarattığı(ve yaratacağı) sarsıntı bu bakımdan anlamlıydı. Böyle bir dünyada hiç kimse, "bana bir şey olmaz, ben nasıl olsa durumu idare ederim", diyemez; oluşum halindeki birikimlerin nerede ne zaman bir patlamaya ya da krize dönüşeceği bilinemez.
İkincisi, "oyun"u küreselleşen dünyanın kurallarına göre oynamayanlar eninde sonunda bunun faturasını ödemek zorunda kalıyor. 1997 yılında Asya'da yaşananlar bunun somut örneğini gözler önüne serdi; oyunu kendi kurallarıyla oynayarak dünyada iyi bir yer kapma çabasındaki Asya Kaplanları sonunda tıpış tıpış Uluslararası Para Fonu(IMF)nin çizdiği çerçeveye boyun eğmek zorunda kaldılar. Şimdi tüm kurumlarını ve yaşam tarzlarını küresel kurallara göre yeniden biçimlendirmek için zor bir uyum sürecinden geçmek zorunda kalacaklar.

Şimdi bu derslerin ışığında Türkiye'ye baktığımız zaman ne görüyoruz?
Türkiye'nin belki de ilk göze çarpan özelliği, zenginleşmenin ve farklılaşmanın, bölüşümdeki eşitsizliğin birlikte tırmandığı bir ortamda, çelişkili toplumsal birikimlerin uç vermesi. Kısmen siyasal alana da yansıyan bu birikimlerin hangi noktaya kadar kontrol altında tutulabileceği aslında sorulması gereken bir soru.
Bizim devlet geleneğimizde toplumsal birikimleri gidermek yerine, gereğinde baskı da uygulayarak kontrol altında tutma pratiği var. Bugün gelinen noktada, milli devleti ve laik düzeni koruma gerekçesiyle, bu geleneğin sürdürülmek istenmesi, bu pratiğin sürdürülebileceği varsayımına dayanıyor.
Günümüzün koşullarında bu varsayıma güvenmek ne kadar sağlıklı, bilmiyorum. Toplumdaki birikimlerin yaygın tepkilere dönüşmesi halinde, devletin toplumsal hareketleri kontrol altında tutmak için başvuracağı yöntemler, Türkiye'nin demokrasi anlayışının tartışma gündeminde kalmasına yol açabilir, Türkiye bu nedenle "kurallara uymayan ülke" damgasıyla yaşamak zorunda kalabilir.

Türkiye'nin ekonomi alanında da "kurallara uymayan ülke" konumuna düşmesi ve bu nedenle dışlanması olasılığı hayli fazla. Üç haneye dayanmış kronik enflasyonla yaşayan, kayıt dışı sektörün katkısıyla ayakta duran ve kaynağı saptanamayan döviz girişleriyle dış açıklarını finanse eden bir ekonominin yoluna böyle devam edebileceğini sananlar büyük şoklara hazır olmalılar. Bir kere ekonomideki bu işleyişin ülke içinde toplumsal patlamalara zemin hazırladığı ortada. İkincisi, ekonomimizdeki istikrarsızlık nedeniyle sınırlı dış kaynak kullanabildiğimiz için şimdilik uluslararası spekülatörlerin hedefi haline gelmedik ama böyle yaşamaya devam edersek başımıza ne geleceğini kimse bilemez.
Uzun lafın kısası, Türkiye yeniden kurulmakta olan dünyada yerini bulmak istiyorsa "biz yaptık, oldu" kolaycılığını derhal terkederek köklü çözümlere yönelmek ve dünyadaki değişime uyum sağlamak zorunda. Bunu başaramazsak Başbakan Yılmaz'ın gazetemize yazdığı yazıda söz ettiği olasılık gerçekleşir ve Türkiye yeni dünyanın varoşlarında kendini aramaya devam eder.

Yılın son günlerinde elimize geçen bazı kitaplar gerçek bir yılsonu sürprizi oldu bizim için. Bunların başında büyük bir özenle hazırlandığı belli olan ECZACIBAŞI SANAT ANSİKLOPEDİSİ geliyor. Yapı Endüstri Merkezi Yayınları tarafından yayınlanan bu üç ciltlik yapıt, plastik sanatlar ve mimarlıkla ilgili herkesin aradığı pek çok şeyi bulabileceği mükemmel bir başvuru kaynağı.
Güzel sanatlar, estetik, sanat tarihi, sanat teorisi ve plastik sanatlar alanlarında uzmanlaşmış yaklaşık 250 araştırmacı, öğretim üyesi ve yazarın 15 yıllık uğraşı sonunda üç ciltte 4400 maddenin yer aldığı dev bir yapıt çıkmış ortaya. Ansiklopedinin ekler bölümünde yer alan Sanat Yapıtları Kaynakçası ve Yabancı Terimler Sözlüğü yapıtın değerini daha da artırıyor. Eczacıbaşı Vakfı'nı kültür ve sanata yaptığı bu yeni katkı için bir kez daha kutlamak gerekiyor.
Son yıllarda birçok önemli yapıtın Türkçeye kazandırılmasında büyük payı olan Türk Henkel bu kez gene ilginç bir kitabı Türkçe yayınlamış. M. Waldrop'un KARMAŞIKLIK kuramının gelişimini bilim adamı olmayanların da anlayabileceği bir dille anlatan kitabı günümüzün dünyasına farklı bir bakış açısıyla yaklaşmanın önemini anlatıyor.
MESS'in 1997 yılında yayınladığı dikkate değer kitaplara iki tane daha eklendi yıl sonunda: 365 ÖNERİ(Çocuklarınızı Yetiştirmede Yardımcı Olacak Yöntemler) ve ENTELLEKTÜEL SERMAYE. 365 Öneri hoş bir açılımı sergiliyor.Thomas A. Stewart'ın Entellektüel Sermaye adlı yapıtı ise bu konuda yazılmış en iyi kitaplardan biri, insanın bilgi çağındaki önemini ve bunun gerektirdiği yeni yönetim anlayışını irdeleyen bir çalışma.

Fon yöneticisi olarak kazandığı para ve ünün ötesinde, kapitalizmin ve açık toplumun geleceğiyle ilgili görüşleriyle de dikkat çeken George Soros'un 1 ocak 1998 tarihli Financial Times gazetesinde yayınlanan "Çöküşü Önlemek İçin" başlıklı yazısı şöyle başlıyor:
"Uluslararası finans sistemi sistemik bir çöküş tehlikesiyle karşı karşıya ama biz bu gerçeği kabul etmemekte direniyoruz. Güneydoğu Asya ülkelerinde sabit kur rejiminin terkedilmesi, en karamsar tahminlerin de ötesine geçen bir çözülme sürecini başlatmış bulunuyor."
Soros, bu çözülme sürecinin nasıl sonuçlanacağını şu anda kimsenin bilemeyeceğini ve dünya ekonomisinin ciddi bir deflasyon tahdidiyle karşı karşıya bulunduğunu vurguluyor. Uluslararası finans sisteminin salt piyasa güçlerinin eline bırakılamayacağının bir kez daha kanıtlandığını ileri süren Soros halen yaşanmakta olan krizin "şansın yardımıyla" atlatılması halinde bile sistemin kurumsal yapısının yenilenmesinin şart olduğunu belirtiyor ve bir Uluslarrası Kredi Garanti Kurumu kurulmasını öneriyor.
Soros'un da haklı olarak belirttiği gibi, Asya'da başlayan mali depremin yarattığı sarsıntının tüm etkilerini henüz görmüş değiliz. Ancak sarsıntının dünya ekonomisini bütünüyle sarsacak ve sistemin sorgulanmasına yol açacak boyutlar kazanması hiç de uzak olasılık değil. Dünya ekonomisinin bir deflasyonla karşı karşıya gelmesi ve fay hatlarının yeniden biçimlenmesi söz konusu.

Dünya ekonomisi 1973 - 74'de OPEC kriziyle sarsılırken gereken önlemleri almayan Türkiye 1970'lerin ikinci yarısında kronik yüksek enflasyon sarmalına girdi. 1980'lerin ortalarında bu sarmaldan kurtulma fırsatını kullanmayan Türkiye halen üç haneli enflasyonla flört eden bir - iki ülkeden biri.
Şimdi dünya ekonomisi belki daha karmaşık ve daha çok boyutlu bir tehditle karşı karşıya. Bu koşullarda hiç bir ülke, dünya ekonomisindeki olası gelişmeleri gözardı ederek kendi yolunu çizme özgürlüğüne sahip değil. Brezilya örneğinde olduğu gibi, krizin tüm etkileri görülmeden katı önlemler alarak bu etkilerden korunmaya çalışan sorumlu hükümetler var.
Türkiye'nin sürmekte olan depremin olası etkilerinden mümkün mertebe korunabilmesi için Yılmaz hükümetinin de aynı bilinçle davranması zorunlu. Geçen yıl, şimdiki olumsuz koşullar oluşmadan ortaya koyduğu enflasyonla mücadele programını bile hayata geçiremeyen Yılmaz'ın şimdi gelinen noktada yapacağı tercihler daha da katı olmak zorunda. Bu tercihleri erteleyip durumu idare etmeye çalışmanın ya da sürpriz bir seçime yönelmenin faturası hayli ağır olabilir.


Yazara Email O.Ulagay@milliyet.com.tr