Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

       Yılın son haftalarında gelen kitaplar benim için farklı bir mutluluk vesilesi oldu. Bazıları her şeyiyle, bazıları konuları ve güncellikleriyle, bazıları belgesel niteliğiyle ilgimi çekti. Kitaba verilen önemin, gösterilen özenin giderek artmakta olduğunu hissettiğim için de mutluluk duydum.
       İlk olarak her şeyiyle kusursuzluğu yakalayan bir kitaba değinmek istiyorum. Ahmet Kocabıyık ile Ahmet Ertuğ işbirliğinin yeni ürünü olan ve 16. yüzyıl Osmanlı çiniciliğini konu alan "Gardens of Paradise"(Cennet Bahçeleri) adlı İngilizce kitap özellikle fotoğraflarının, baskısının, cildinin kalitesiyle insanı çarpıyor. Kitaba bakarken o bulunmaz çinilere sanki dokunur gibi oluyor, o eşsiz turuncuların, turkuazların, morların büyüsüne kapılabiliyorsunuz. Osmanlı çinilerini dünyaya tanıtacak bir hazine bu kitap.
       Unilever'in üstad Metin Sözen'e hazırlattığı "Bir İmparatorluğun Doğuşu: Topkapı" adlı kitabı açınca bir müjdeyle karşılaşıyorsunuz. Topkapı Sarayı'nın büyük bir bölümü Unilever'in katkısıyla büyük bir temizlik geçirecek ve orijinal görkemini yansıtacak bir görünüme kavuşacakmış. Gene Metin Sözen'in editörlüğünde Ayhan Şahenk Vakfı için hazırlanan "Kapadokya" kitabında da bu benzersiz yörenin ilginç öyküsü anlatılıyor.
       Vehbi Koç Vakfı tarafından yayınlanan "Fotoğraflarla Atatürk" kitabında Can ve İnan Kıraç'ın anneleriyle Atatürk'ün fotoğrafı gibi ilginç fotoğraflar da yer alıyor. Yaşar Sanat ve Kültür Vakfı'nca yayınlanan "Ne Buldu, Ne Bıraktı" adlı kitabın yazarı Cemal Kutay ise bunun en son yapıtı olduğunu açıklıyor.

       Yöneticilik üzerine

       Büyük formatta yayınlanan ve kendi türünde birer belge niteliği taşıyan bu kitapların yanısıra çağımızıdka yaşanmakta olan değişimin yöneticilik alanına yansımalarıyla ilgili kitaplar da vardı yılsonu sürprizleri arasında.

       Türk Henkel Dergisi Yayınları arasında çıkan "Tanrılara Karşı: Riskin Sıradışı Tarihi" ilginç bir macera romanı görüntüsü taşıyor. İktisat ve finans alanında çalışan Peter Bernstein daha öncekilerden farklı olan bu kitabında "riski kontrol altına alma" konusunun modern zamanları uzak geçmişten ayırt eden başlıca fikir olduğunu anlatıyor. Bernstein'in araştırmasına göre risk yönetiminin geliştirilmesi serüveninde eski Yunan filozoflarından Arap matematikçilere, tacirlerden kumarbazlara, dahilerden amatörlere bir çok kişi rol almış; insanoğlunun kader tanrıları karşısındaki çaresizliğini yenmek için...

       Anadolu Grubu'nun yayımladığı "Küresel İş Yönetimi ve Kültürel Çeşitlilik" adlı kitap, küresel bir veri tabanına dayanarak iş dünyasında kültürel çeşitliliğin etkisini çeşitli örneklerle ve pratiğe yönelik olarak irdeliyor. "Kapitalizmin Yedi Kültürü" adlı kitaplarıyla üne kavuşan Fons Trompenaars ve Charles Hampden - Turner bu kitapta iş davranışının kilit boyutlarını açıklıyor ve temel kurum kültürü tiplerini belirliyor. Bu bilgilerin başlıca faydası, kendi iş kültürümüzü anlamamızı ve başka kültürlerle birlikte çalışmamızı kolaylaştırmak olabilir.

       "Yönetim ve Örgüt Teorilerinde Metafor", MESS'in 40'ıncı yılında yayımladığı kitaplardan. Yazarı yönetim danışmanı - araştırmacı Gareth Morgan'ın önermesi şöyle: "Bütün örgüt ve yönetim teorileri özünde kapsamlı bakışlar sunan metaforlardan ibarettir; bunların hepsine açık olmak örgüt ve yönetimle ilgili sorunları çözmenin etkili yollarını gösterir." Morgan'ın kitabı örgütleri anlamak, yönetmek ve tasarlamak konusunda bir 'düşünme tarzı' sunuyor.

       İletişimciler için

       İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi de Cumhuriyetin 75. yılı etkinlikleri kapsamında Gazetecilik Bölümü'nün hazırladığı üç kitap özellikle iletişimcilere yararlı olabilecek nitelikte.
       "Basın Sözlüğü"nde 130 sayfalık Türkçe açıklamalı bir mesleki sözcükler ve terimler sözlüğünün yanı sıra İngilizce, Fransızca ve Almanca kelime karşılıklarını gösteren dizinler de yer alıyor.
       "Radyo Teknikleri" adlı kitap, radyo haberciliğinin el kitabı niteliğinde. Radio France Internationale'in katkılarıyla hazırlanan çok yönlü kitapta teknik bilgilerden radyo haberlerinin formatı ve içeriğine kadar çeşitli bilgiler öz bir şekilde yer alıyor.
       Güleda Yücedoğan'ın "Türkiye'de ve Fransa'da Gazeteci Kimliği Sorunu" adlı kitabı ise basın kanunları ve etik değerler açısından bu iki ülkede sistemin gazeteciye nasıl bir kimlik hazırladığını irdeleyen, tez çalışmasından yola çıkmış bir araştırma.


       1999 yılına doğru dürüst bir hükümetsiz ve bütçesiz giren Türkiye'de dünkü gazetelerin manşetleri: "Bu Para Çıldırtır"(Sabah); "Çıldırtan Rakamlar"(Fanatik); "Sayısal Loto Çıldırdı"(Posta); "Asıl İkramiye bugün lotodan"(Hürriyet); "Loto'ya hücum(Yeni Yüzyıl).
       Evet zamlı vali maaşının 1,500 dolar, profesör ya da genel müdür maaşının 1,200 dolar, öğretmen maaşının 400 - 500 dolar olduğu, yükseltilmiş asgari ücretin 200 dolar dolayında kaldığı bir ülkede 5 milyon dolara(sayısal lotoda 6 bilenlere dağıtılacak paranın 1.5 trilyonu bulacağı söyleniyor) kavuşmak hayali insanları gerçekten de çıldırtabilir.
       Ancak ülkemizdeki toplam gazete tirajında büyük pay sahibi olanlar dahil beş gazetenin böyle manşet çekmesi de aslında çıldırtıcı bir olay. Bir gün bir futbol maçını, bir gün piyangoyu ya da lotoyu, bir gün başka bir sözde başarıyı(daha doğrusu başarı olasılığını) abartılı şekilde manşetlere çekerek toplumu umut tırmanışlarından umutsuzluk uçurumlarına sürükleyenler asıl bir yaptıklarının çıldırtıcı olduğunu farketmiyorlar mı acaba? Mutluluğu böylesine paraya endeksleyerek mutsuzluk tohumları ektiklerini hiç düşünmüyorlar mı?
       Diyelim mi sayısal loto oynadığı tahmin edilen 15 milyon kişiden biri 6 yı tutturdu ve 1.5 trilyonu aldı. Ya pompalanan umutları bir anda sönen 14,999,999 kişinin tepkisi ne olacak? Düşleri yıkılmış bir insanın ruh hali içinde ülkeye, düzene, umut pompalayan gazetelere veryansın etmeyecek mi?
       Şansa dayalı "köşe dönme" şansının çok az olduğu, bilgi ve beceriyle desteklenmeyen gayretlerin sonuç verme şansının da giderek azaldığı bir dünyada yaşarken böyle manşetleri görünce çıldıracak gibi oluyorum. Ne bileyim, belki de bende bir acayiplik var.

       Avrupa Birliği(AB) üyesi 11 ülkenin Euro adı verilen tek paraya geçişi, piyangoya ve lottoya endekslenen basınımızda birinci sayfa haberi olamadı. Oysa piyango ve lotto heyecanı bir iki gün içinde bitecek ama Euro'ya geçişin etkileri yıllar boyu sürecek ve bizi de derinden etkileyecek.
       "Bizi de derinden etkileyecek", derken Euro'ya geçişin Avrupa'yı ve dolayısıyla Türkiye'yi de yapısal değişikliklere zorlayacak etkilerini kastediyorum. Euro'nun yarın sabahtan itibaren kaydi para olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte döviz kurlarındaki, bankacılık işlemlerindeki, borçlanma pazarındaki ve fiyatlar üzerindeki etkileri hemen devreye girebilecek ama benim burada tartışmak istediğim konu Euro'ya geçişin bunların ötesindeki olası etkileri.

       Euro'nun iki hedefi

       Bugüne dek beklenenin ötesinde bir başarıyla ilerleyen "tek para" projesi, (1) 1950'lerde Avrupa Ekonomik Topluluğu(AET) kurulurken kurucuların kafasında biçimlenen "Avrupa Birliği" ideali ile; (2)Avrupa sermayesinin kendini yenileme ve Avrupa ekonomisini yeniden yapılandırma hevesini birleştiriyor. "Tek para" uygulamasının iki temel hedefi de bu iki noktanın uzantısı.
       Birinci hedef, şimdilik 11 AB ülkesinin katıldığı "tek para" uygulamasının sonunda Avrupa'yı ortak bir yönetime, bir federasyona götürmesi. Belki çoğu kimse henüz farkında değil ama "tek para" uygulamasına katılan ülkelerde, ulusal hükümetler en önemli hak ve yetkilerinden bazılarını kendi dışlarında bir otoriteye devretmiş oluyorlar. Para ve buna bağlı olarak maliye politikalarını belirleme yetkisini büyük ölçüde Euro 11 organlarına devreden hükümetler ortak bir hükümete doğru çok önemli bir adım atmış durumdalar.
       İkinci hedef, "tek para"nın Avrupa ekonomisini kapsamlı bir yapı değişikliğine zorlaması. ABD'nin ve Asya - Pasifik ülkelerinin rekabeti karşısında zorlanan Avrupa'nın "tek para" sayesinde bir yandan makrokenomik istikrarı sağlamlaştıracağı, diğer yandan ABD'dekine benzer bir iş ortamına kavuşacağı umuluyor. Avrupa sermayesinin tek pazarın, tek paranın ve daha esnek çalışma koşullarının geçirli olduğu bir Avrupa'da, enflasyonsuz ve istikrarlı bir ortamda yatırımlarını artırarak rekabet gücünü yükselteceği ileri sürülüyor.

       Yapısal değişim şart

       Bunun kolay gerçekleşecek bir proje olmadığı ve ciddi riskler taşıdığı açık. The Economist dergisinin son sayısında da belirtildiği gibi, Avrupa aslında Euro ile bir serüvene atılıyor. Euro alanını oluşturan 11 ülkenin 7'sinde merkez sol hükümetlerin iktidarda bulunması da, özünde sermayenin projesi olan "tek para"nın gerçekleşmesinde sorunlar yaratmaya aday görünüyor. Örneğin gündeme gelebilecek olan ekonomik durgunluğun solun iktidarda bulunduğu bu ülkelerden bazılarında işsizlik sorununu daha da ağırlaştırması halinde bu ülkelerdeki merkez sol hükümetler kendilerini genişlemeci para ve maliye politikaları uygulamaktan nasıl alakoyacaklar, "ne yapalım, bu bizim sorumluluğumuzda değil", diyebilecekler mi?
       "Tek para"nın yanısıra, dünya ekonomisinde gözlenen arz fazlası ve bunun yarattığı deflasyonist etkiler de Avrupalı firmaları yeniden yapılanmaya zorluyor. Dünyada şirket evliliklerinin yaklaşık 2.5 trilyon dolarlık yeni bir rekora tırmandığı 1998 yılında Avrupa kökenli şirketlerin bu evliliklerdeki payı da arttı, BP - Amoco, Daimler - Chrysler ve Deutschebank - Bankers Trust örneklerinde görüldüğü gibi Avrupa sermayesi önemli birleşmelere imzasını attı.

       Türkiye'nin çıkmazı

       Avrupa firmaları da Amerikalı rakipleri gibi, 21. yüzyılın amansız rekabet ortamına hazırlanırken Türkiye'nin 1999 yılına Euro alanındakinin 70 katını bulan bir enflasyonla, yüzde 50'lere varan reel faizlerle, mali darboğazdaki firmalarıyla ve üstelik bütçesiz olarak girmesi ne yazık ki hiç de iç açıcı bir tablo oluşturmuyor. Euro ile verilen sinyal açık: değişimi ve yeniden yapılanmayı başaramayan devre dışı kalacak. Bu yönde gereken adımları atmadan umut pompalamanın fazla anlamı yok her halde.