Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Televizyonlarda çok yaygın kullanıldığı için anlamını yitiren deyimle, "Türkiye'nin gündemine bomba gibi düşen", Susurluk kazasında, enkazını görmekten artık bıktığımız ünlü Mercedes'in çarptığı kamyonun şoförü bazı kuruluşlar ve bazı yayın oranları tarafından "yılın adamı" seçildi. Yıllardan beri gizlilik perdesi altında sürdürülen karanlık ilişkileri sarmalayan esrar perdesi bu kaza sayesinde aralanmaya başladığı için yılın adamı seçilmişti kamyon şoförü Hasan Gökçe.
Hasan Gökçe'nin "yılın adamı" seçilmesi bir yönüyle ne kadar aciz bir toplum haline geldiğimizin kanıtıydı. Resmi ve gayriresmi devlet görevlileriyle politikacıyı ve yasadışı işlerde ünlenen tipleri sarmalayan karanlık ilişkilerin açığa çıkması için bir otomobilin bir kamyona çarpması gerekmiş ve o kamyonun galiba bu işlerden habersiz şoförü "yılın adamı" seçilmişti. "Yılın adamı" adamı olmak için hiç bir şey yapmayan biri bu ünvana layik görülmüştü.
Hasan Gökçe'nin tahliye olduğu akşam ana haber bültenini kendisine tahsis eden televizyon kanalında sorulan israrlı sorulara verdiği cevaplar da onu "yılın adamı" seçenlere bir cevap niteliği taşıyordu. "Yılın adamı olmak nasıl bir duygu?", gibi zırva sorular karşısında bunalan Hasan Gökçe, üç kişinin ölümüyle sonuçlanan bir kazada istemeden de olsa yer aldığı için çok üzgün olduğunu belirtiyor, "üç ölü var, buna nasıl sevinebilirim", diyordu.
Kamyoncu Hasan Gökçe'nin "yılın adamı" seçilmesi, geleceğini raslantılara bağlamış bir toplumda belki fazla yadırganmadı. Necmettin Erbakan'ı "yılın adamı" seçenlerin gerekçeleri kuşkusuz daha tutarlıydı ama galiba 1996'da yılın adamı Erbakan da değildi. 1996'da yılın adamı "haberci" idi.
"Haberci" daha çok televizyon kanallarının muhabirlerini tanımlamak için sıkça kullanılan bir deyim. Artık neredeyse her olayda, olayın taraflarının yanısıra "haberciler"in de bulunmasına alıştık. Birbirleriyle müthiş bir rekabet içindeki "haberciler", zaman zaman kendilerini ciddi risklere atarak olayların içine giriyor, üzerine gidiyor, izini sürüyor. Çatışma alanlarında, gösteri meydanlarında ve üniversitelerde, gecekondu yıkımlarında, felaket bölgelerinde, hastane koridorlarında ve kaza mahallerinde, tehlikeli tiplerin izinde görüyoruz bu "haberciler"i.
"Haberciler"in ekrana getirdiği sahneler ülkemizin nasıl çok yönlü bir karmaşa ve çatışma ortamına sürüklendiğini gözler önüne seriyor. "Haberciler"in haberleri bazen o kadar itici biçimde sunuluyor ki bunları izlemek mümkün olmuyor ama bu, "haberciler"in yaptığı işin önemini azaltmıyor. "Haberciler" arasında işini gerektiği gibi yapmayanlar da var kuşkusuz ama bu da bir bütün olarak onların işlevini gölgelemiyor. Bu arada basındaki gerçek "habercileri" de unutmamak gerek.
Ben olsam yılın adamı olarak "habercileri" seçerdim. Çoğu genç olan bu insanlar, "kamyondan sonra" farklı bir Türkiye'de yaşama, "temiz toplum"a kavuşma özlemimizin savaşımını verirken onları yüreklendirelim, yaptıkları işi daha iyi yapmaları için onlara yol gösterelim, destek verelim.

1997 yılının ilk günü İstanbul sisler içinde. Önümüzü görmemizi zorlaştıran "bulutlar" adeta yere inmiş, "havadaki kirlilik" sanki sokaklarda dolaşıyor. "Güneş"in ne zaman doğacağı, hiç belli değil. Evet belki bir süre daha sis altında yaşamaya devam edeceğiz ama sisin ardından pırıl pırıl bir güneşin ortalığı aydınlattığı, içimizi ısıttığı günler olmamış mıdır?
Yılın ilk günü masamın üzerinde bulduğum "Çabansalatası" adlı yazım kılavuzunun içinden bir kart çıktı. "Yeni Yıl'ı doğruların egemen olduğu bir dünyada yaşamak dileğiyle saygılar sunarız", deniyor bu kartta. "Çobalsalatası"nın yazarı Vural Sözer ile Mustafa Göncü'nün bu dileği, "güneşli" bir dünyayı tanımladığı için anlamlı.
"Güneşli" bir dünyada "doğrular" egemen olacak. İki anlamda "doğruların" egemen olduğu bir dünya özleminden soz ediyorum. Birincisi yalanların değil doğruların egemen olduğu bir dünya. İkincisi yalancıların değil doğrucuların egemen olduğu bir dünya.
Türkiye'yi kaplayan "sis"in, "kirli hava"nın ardında yatan olgu, bu ülkenin giderek "doğruların" geri plana düştüğü, yalanın ve yalancının öne çıktığı bir ülke haline gelmiş olması. Doğrudan çok yalanın tedavülde olduğu, yalancıların kilit mevkilere yükselebildiği bir ülkede yaşıyoruz. Bu ortamda neyin gerçek neyin sahte olduğunu anlamak, insanların görünen yüzleriyle gerçek hedefleri arasındaki ayrımı yapabilmek, "sis"i aralayarak "güneş"i görebilmek son derecede zor.
Zor, çünkü bu ortamda aslında doğruların kampında olduğunu sandıklarımızın bile; güncel olmak, bir yerlerde tutunabilmek ya da bir yerlere yükselebilmek için karşı kamptakilerin yöntemlerini kullandıklarını, kendilerince "doğru" olana varmak için yalana, dolana başvurduklarını sık sık görüyoruz. Birçok kimse kendi hedefine varmak için, yalanın egemen olduğu ortamda kendisine bir oyun alanı yaratabilmek için, gerçek kimliğinin dışına çıkıp farklı bir rolü oynayabiliyor. Özellikle politikada bunun örnekleri çok yaygın.
"Sis"in dağılması için yalancıların kampında yer aldığı artık herkesçe bilinenlerin teşhir edilmesi yeterli değil. Vatanı, milleti, halkı, emekçiyi, mümini korumak için ortaya atılanların, şu ya da bu grubun liderliğine soyunanların hangi yöntemleri kullandığına, doğru ile yalanı ayıran çizginin neresinde yer aldıklarına bakmak gerekiyor.
Gizlilik perdelerinin kalkması, haberleşme ve iletişimin yaygınlaşması, şeffaflaşmanın artması bu nedenle çok önemli.