12.05.2007 - 00:00 | Son Güncellenme:
Niye? Bu yarışmayı düzenleyen atık torbası Koroplast'ın yaratıcısı Korozo, çevre duyarlılığının eğitimle geliştirilebileceğine inanıyor çünkü. Korozo Ambalaj Genel Müdürü Ceki Mizrahi çocuklara çevre bilincinin verilmesiyle ilgili projelerini doğuda, üstelik gelir düzeyinin daha düşük olduğu yerlerde sürdüreceğini anlatınca bizi de inandırıyor. Biz de Mardinli bu "harika" çocuklar için Korozo ekibinin peşine takılıp bu şehri turluyoruz. Mardin'de parmak kadar yüzlerce çocuk özledikleri çevreyi çiziyor. Mardin'de taş evlerin avlularında yeşili özleyen Kevser birinci, çöpleri toplayan Duygu ikinci, çevreyi kollayan Mirzo üçüncü oluyor. Ama geleceğin fırçalarını seçecek olan jüri kararsız; yetenekli çocuk sayısında anlaşamıyor. Ödül sayısı beşe çıkıyor. Jüri yine anlaşamıyor. Kavga kıyamet derken, ödüllendirilen çocuk sayısı 10'a çıkıyor. Rehberimiz Bülent bize Mazı Dağı'nın eteğine kurulan kenti anlatıyor: Şurası Kırklar Kilisesi, burası Deyrulzafaran Manastırı, Kasımiye Medresesi, bu gördüğünüz Ulu Cami... Bir tarafta Revaklı Çarşı, ötesinde Bakırcılar Çarşısı. Bu da Mardin Kalesi....Öyle bir Mardin anlatıyor ki şehir sanki sayfaları birbirine karışmış, eksilmiş, silinmiş, büyülü bir tarih kitabı gibi önümüzde duruyor. Tam da bu nedenle yolumuz manastırdan medreseye, kiliseden bir camiye doğru uzanıyor.Sırtını Mardin Kalesi'ne dönen aracın içinde o görkemli taş evleri görebilmek için pencerelere yapışıyoruz. Hemen göremiyorsunuz çünkü bu taş evlerin önünden şekilsiz, kişiliksiz yeni yapılmış binalar yükseliyor. Şehrin ta girişinde herkeste aynı duygu, aynı şaşkınlık: "Burası mı Mardin! Belli ki olanı bile berbat etmekte üstümüze yok." Taş evlerinin siluetini Süryanilere, taş işçiliğini ise Ermenilere borçlu olan Mardinlilerin yeni binalarında taş evlerin mimarisinden eser yok! Biz yine de umudumuzu yitirmiyoruz. Mardin'in "taştan" evlerini görmek için ara sokaklara dalıyoruz; sürekli bir başka sokağa doğru kıvrılan daracık yollardan, iç içe geçmiş çarşılardan geçerek kapıları, tokmakları, oymalı pencereleriyle şehrin tarihsel dokusuna ulaşıyoruz. Gördüğümüz şu: Mardin'de taş evler, "köşe dönücülerin" yeni binalarına inat geçmişin tüm inceliğini korumayı sürdürüyor. Ama bu kez de burnumuza gelen çöp ve lağım kokusu daracık sokakların ve evlerin bütün büyüsünü bozuyor. Kilise, medrese ve camiler Turist kafilesi gibiyiz. Dolanıp duruyor, şehri bir film şeridi haline getiriyoruz. Deklanşöre her bastığımızda, her fotoğraf karesinde bir çocuk yüzüyle karşılaşıyoruz. Mardin'in göbeğinde, ara sokaklarda yükünü tutmuş eşeklerle çocuklar... Taş evlerin işlemeli pencerelerinden bakan çocuklar... Dergah, kilise önlerinde "Sıla" tokası, nazarlık kolyeler satan çocuklar... Bizimle birlikte ekip halinde gümüşçüleri turlayan çocuklar... Her yer çocuk kaynıyor. Kendisi de Mardinli olan rehberimiz Bülent anlattıkça anlıyoruz ki, Mardinli olmak çok dinli, çok kültürlü, çok dilli bir şehirden olmak demek... Sokaklarında biri Arapça konuşuyorsa, diğeri Türkçe ya da Kürtçe konuşabilir demek. Taş işçiliğinin, kuyumculuğun, gümüşçülüğün, bakırcılığın, çömlekçiliğin, dokumacılığın babadan oğula, ustadan çırağa geçtiğini de anlatıyor Bülent. Masasından sembusek, içliköfte, kaburga dolması, cevizli sucuk, sumak şerbeti, yemek sonrası mırrasını eksik etmeyen Mardinlilerin sofrasına oturuyoruz. Camide ezan, kilisede çan sesine alışan Mardinlilerle biraz da hayatı konuşabilmek için... Her yer çocuk kaynıyor