10.04.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
KÜLTÜR SANAT SERVİSİ
Dünyaca ünlü yönetmen Fatih Akın’ın “Sinema, Benim Memleketim / Filmlerimin Öyküsü” adlı kitabı 11 Nisan’da Doğan Kitap’tan çıkacak. Bu kitapta Akın, Volker Behrens ve Michael Töteberg’in soruları eşliğinde sinema yaşamının ve bugüne dek çektiği tüm filmlerin öyküsünü anlatıyor.
Hamburg’da gurbetçi bir ailenin çocuğu olmasından, ilk gençlik yıllarında üyesi olduğu çetelere kadar özel yaşamı hakkında ilginç bilgiler içeren kitap, sinemaseverleri, ünlü bir yönetmenin kişisel dünyasında yolculuğa çıkarıyor. Ancak Fatih Akın bu yolculuğu sadece kişisel dünyasıyla sınırlamayıp çok sayıda filmden verdiği referanslarla çok daha geniş bir perspektife taşıyor. Akın anlattıklarıyla, sinemayı neden memleketi olarak algıladığına ışık tutuyor.
8’inde, kesilmiş ayaklarla deşilmiş bağırsak izliyorsun
Okuma yazmayı okula başlamadan annemden öğrenmiştim. Kendime bir defter almış, oyuncu, yönetmen ve kameramanların hayali adlarını yazmıştım. Kuzenim Hikmet film çekmek istiyordu, bir senaryo yazmıştı, Bruce Lee’yi kardeşim oynayacaktı. Hikmet, 8 milimetrelik film kamerasının tutarını denkleştirebilmek için çılgınca para biriktirdi. Bu senaryo iki, en fazla üç yıl gündemde kaldı, sonrasında ailesi Türkiye’ye döndü (...) Babamın bir iş arkadaşının oğlu, Stresemannstrase’de, Hamburg’daki ilk
video dükkanlarından birini açmıştı. Orada çocuklara göre olmayan pek çok film izledik. Annem hastanedeyken, babam da fabrikada fazla mesaiye kaldığında, videocu aile bana ve ağabeyim Cem’e bakardı. Katalogdan bir şeyler seçme hakkımız vardı. Ben Tenten filmi istiyordum ama kardeşim “Hayır! Zombi’yi izleyeceğiz!” diyordu. Ya da herhangi bir başka korku filmini. Sekiz yaşındasın ve kesilmiş ayaklar, deşilip yenilen bağırsaklar görüyorsun... Ben uyuyamadım, ama kardeşim de uykuya dalamadı. Babamın yatağına gidip ona sığındık. Babam bunun nedenini çabucak anlayıp arkadaşını güzelce haşladı. Sanırım bu yüzden sonunda yönetmen oldum...
Para var diye temizlik şirketinde çalıştım
12 yaşında, okul tatillerinde babamın yanında çalışmaya başladım ve 16 yaşına dek devam ettim. Sonra Grindel Sineması’nda kendime ilk “işimi” buldum, ama sonrasında sinemaya göre daha çok para kazanıldığından hep temizlik şirketinde çalıştım. 12 yaşındayken üretim bandında şişeleri etiketledim, 16 yaşında forklift kullandım, paketleyicilik de yaptım. Diğerleri tatillerde güzelce uyurken, ben sabah saat altıda fabrikada olmak zorundaydım. Ama bunun için babama minnettarım. Disiplinim ve çalışma yaşamına aşinalığım bugün sette bana çok yardımcı oluyor. Babam sert ve çok çalışkandı, ama aynı zamanda adildi. İyi bir yöneticiydi, ben de sette öyle olmaya çalışıyorum...
Ailedeki tek solcu benim Alevilik nedir bilmiyordum
Ailem çok tutucudur. Tüm ailenin bir araya geldiği büyük toplantılarda bir tane bile solcu olmazdı. Hepsi iyi insanlardır ama koyu sağcıdırlar. Ailedeki tek solcu benim. 1980’li yıllarda -Feldstrase’deki Wal-Mart’ın üst katında, hemen caminin yanında- halkevi vardı. Burası Türk solcuların mekanıydı. Annem tamamen apolitikti ve “Pazar günleri folklor kursları varmış, 14 yaşındaki oğlumu oraya yazdırayım bari” diye düşünmüştü. Birden Sünni, tutucu bir Müslüman olarak kendimi, yaşları 14 ile 20 arasında değişen, tamamı solcu olan, Kürt, Alevi, Şii Müslümanların arasında buluverdim. Aleviliğin ne olduğundan haberim bile yoktu. Neyse ki bir parça meraklı oluşum beni içine kapalı olmaya ve körü körüne inanmaya karşı koruyordu. “Gerçekten caminiz yok mu sizin? Nerede ibadet ediyorsunuz o zaman? İbadetlerinizde şarkı mı söylüyorsunuz? Nasıl yani?” Her yerde Yılmaz Güney posterleri asılıydı. Bir gezi sırasında Yol’u izlediğimizde 16 yaşındaydım. Film kare kare belleğime kazındı. Sinema ve halk oyunu olmadan solcu olamazdım...
Bir çete üyesi gözlük takmaz, kitap okumazdı
Hamburg’un suç oranı en yüksek sokağında oturuyorduk. “Türk Boys” çetesine kabul edilmiştim, kısa deri bir ceket giyiyor ve saçlarıma bol bol jöle sürüyordum. Çete için acayip aykırı biriydim: “Hey kanka, sen hâlâ liseye gidiyorsun, annen de öğretmen.” Çete üyeleri kütüphanede buluşuyordu, ben de iki farklı yaşam biçimini bir arada götürüyordum: Önce ödünç aldığım kitapları ustalıkla saklıyor, miyop olduğum için taktığım gözlüklerimi çıkarıyordum. Bir çete üyesi gözlük takmaz ve kitap okumazdı.
Birol Üner’e ‘sen aşağılık herifin birisin’ dedim
Birol Üner’in aksiliği konusundaki ünü çok eskiden beri bilinir. Hangi nedenden ötürü şimdi hatırlamıyorum, Budapeşte’deki çekime gelmekten vazgeçmişti. Telefonda fena halde birbirimize girdik. Ta ki bir açıklama yapana dek. Onu üç kez evinden arayıp telesekreterine sövüp saydım. Tıpkı Tenten’in “Ambardaki Kömür” albümündeki gibiydi. Orada Kaptan Haddock köle tüccarına bir gemiden diğerine seslenerek küfreder. Tenten “Durun artık kaptan” der, “sizi duymaları olanaksız.” Bunun üzerine Haddock kamaraya gidip bir megafon alır ve arkalarından avaz avaz ağzına geleni söyler. Bizim de Birol’la durumumuz aynıydı. Onu durmadan telefonla arıyordum: “Sen var ya, dostluktan zerre kadar anlamayan aşağılık bir herifsin!” Sonra o beni arayıp telesekreterime küfürler yağdırıyordu. Bu bir süre böyle sürdü, sonunda onu yeniden yakaladım: “™imdi oraya gelip taşaklarını koparacağım senin!” dedi.
“Tabii, gel de kopar!”(...)
Çekimlerin ilk günü için bir uğurum vardır: Sabahları ekip toplanır. Herkes tek tek birbirine dokunmak, bağlanmak zorundadır. Sonra Sahte filmindeki gibi “Bim Bam” diye bağırırız. Bunu sinema öğrencisiyken Coppola’nın filminde görerek öğrendim. Coppola’nın Kıyamet filminin çekimleri üzerine belgesel bir film olan Hearts of Darkness’ta (Karanlığın Yürekleri) bu tüm etkileyiciliğiyle görünür. Ekibi talihsizliklerden koruyacak olan bu uğurdur.
İLK UZUN METRAJ: SUÇLA BÜYÜYEN 3 ARKADAŞ
1974 doğumlu yönetmen Akın’ın ilk uzun metrajlı filmi Kısa ve Acısız, suçla büyümüş üç arkadaşın yıllar geçtikçe farklılaşmaları konusuna değiniyor. Filmde göçmen bir Türk ailesinin Almanya’da doğup büyümüş oğlu olan Gabriel ve arkadaşları Sırp Bobby ve Yunanlı Costa, yıllar boyu Hamburg’un Altona semtinde bir mahalle çetesi gibi hareket ederek hızlı bir gençlik geçirmişlerdir. Gabriel’ın hapse girip çıkmasıyla üçlünün hayatlarında değişiklikler başlar. Gabriel, hayatını önemsiz bir suçlu olarak geçirmekten bıkmış, hapiste geçirdiği sürede olgunlaşmıştır; Türkiye’nin güneyine yerleşerek kendi işini kurmak ve düzenli bir hayat yaşamak istemektedir. Bu esnada bir süreliğine taksi şöförlüğü yaparak geçimini sağlar. Fakat eski arkadaşları, onun bu değişimini önce farketmek, farkettikten sonra da kabul etmek istemezler. Aralarında yaşanan bu düşünce farklılığı, önemli kopuşlara neden olur.
‘Rocky’deki gibi ‘kendine bir başrol yaz’
Televizyondaki polisiye dizilerinin “nöbetçi Türk”ü olmayı daha fazla istemediğimden, kendi kendime “Sylvester Stallone’un Rocky’de (1976) yaptığı gibi, kendine bir başrol yaz” dedim. ‘Kısa ve Acısız’ın ilk metnini birkaç günde el yazısıyla okulda, özellikle din dersinde yazdım. Doğal olarak sınıfta kaldım. Bugün okuyunca, ilk metnin çok acemice ve çocukça yazıldığını görüyorum. Okuldan bir kız arkadaşımın bilgisayarı vardı. 90’lı yılların başında henüz herkesin bilgisayarı yoktu. Ona, el yazısıyla yazdığım kitabımı bilgisayara aktarabilir mi diye sordum. 50 mark karşılığında yaptı. Böylece ilk senaryom ortaya çıkmış oldu.
Dinle ilişkim açıklık kazandı
“Kısa ve Acısız” ile, ağırlıklı olarak babamın biçimlendirdiği dinle ilişkimi açıklığa kavuşturabildim. Gabriel’in babasının sürekli birlikte namaz kılmayı istediğinde oğlunun buna yanaşmaması, babamla aramızdaki tartışmalarla örtüşüyor. Gabriel’in babasının babam tarafından canlandırılması rastlantı değildir. Scorsese’nin Arka Sokaklar’ı beni yalnızca De Niro ve Keitel olağanüstü oynadığı ve filmin heyecan verici bir kurgusu olduğu için değil, aynı zamanda dinle çatışması nedeniyle de büyülemişti. Filmin kahramanı kendini hep suçlu hissediyordu, bu durumla harika bir bicimde özdeşleşebilirdim. Dogmaları ve suçluluk duygularıyla Katoliklik ve İslam birbirlerinden çok da uzak değiller. Aslında birbirlerinden temel olarak farklılar, zira Hıristiyanlık’ta insan günahkâr doğarken, İslam’da ancak yeterince adanmış bir yaşam sürmezse günahkâr olur. (...) Baba ile oğul birlikte namaz kılarlar, bu kapanış görüntüsü babamın, yaşamda olmasa da sonunda sinemada gerçekleştirebildiğim, bir özlemine denk düşer.