Gündem Mutluluğun sırrı, dile sahip olmaktan geçer

Mutluluğun sırrı, dile sahip olmaktan geçer

13.05.2019 - 01:30 | Son Güncellenme:

Dil, suç işlemeye eğilimli ve uygundur. Yani dil eğer kontrol altında tutulmazsa, potansiyel bir sanıktır. Kutsal kitaplar ve bilge insanlar hep ‘susan kurtulmuştur’ yönünde uyarıda bulunmaktadır

Mutluluğun sırrı, dile sahip olmaktan geçer

Mutluluğun sırrı, dile sahip olmaktan geçer
İnsanoğlu, düşünme, konuşma, hissetme vb. yönleriyle diğer canlılardan çok farklı ve üstündür. Kur’ân-ı Kerîm’de de söz ve konuşmanın değeri apayrıdır. Nitekim ilk emir sese ve söze dayalı olan “Oku!” emridir. Konuşma kabiliyeti, bir yönüyle insanoğluna müthiş bir üstünlük sağlarken diğer bir yönüyle de ağır bir sorumluluk yüklemiştir.
Dile sahip olmak, konuşmayı kontrol altına alabilmek pek de kolay bir meziyet değildir; çünkü, dilin kemiği yoktur ve her yana kıvrılabilir. Üstelik dil, suç
işlemeye de çok eğilimli ve uygundur. Yani dil eğer kontrol altında tutulmazsa, potansiyel bir sanıktır.

Haberin Devamı

Kutsal kitaplar ve bilge insanlar hep “susan kurtulmuştur.” yönünde bir uyarıda bulunmaktadır. Günümüzün adı konulmamış yaygın hastalıklarından birisi de boş, anlamsız ve gereksiz konuşmaktır. Bugün toplumumuzu ve tüm insanlığı yakıp kavuran gıybet hastalığı, insanlığın neredeyse sonunu hazırlayacak kadar yaygınlaşmış bir felakettir. Sağlık, huzur ve mutluluk arzu edenler öncelikle duygu, düşünce, beden ve dillerinin korumak zorundadırlar. Huzurun ve mutluluğun sırrı en başta dile sahip olmaktan geçer.

Cahilin kalbi dilinde

Gerektiği yerde gereğince konuşabilmek, erdemlerin başında gelir. Son nefes tamamlandığında, bizden geriye kalanlar acaba neler olacaktır? Bunu biraz düşündüğümüzde, arkada kalanların yalnızca iyi veya kötü izlenimler olduğu anlaşılır. Dilini tutabilen, kendini de tutabilir. İnsan, düşüncelerine hakim olabilir; nefsini kontrol edebilir ve kendini tutabilirse sağlam bir kişilik ve karakter kazanabilir. İnsanın huzur ve saadeti; sağlık ve mutluluğu kendi içindedir. İç dünyamızdaki duygu ve düşünceler bedenimizin de besin kaynağıdır. Ruhunda olumsuz duygular barındıran bir insanın hem ruh sağlığı hem de beden sağlığı kısa zamanda bozulur. O hâlde insanın dış şartları düzeltebilmesi için önce iç şartlarını düzeltmesi gerekir. Bunun en kestirme yolu da susabilmek; boş ve gereksiz konuşmalar yapmak yerine dinlemeyi öğrenmektir.

Haberin Devamı

Sözün geçer akçe sayıldığı devrimizde susmayı aptallık sayanlar da olabilir. Ancak bilelim ki cahilin kalbi dilinde, âlimin dili kalbindedir. Sözün gerçek değeri, çıktığı derinliklerde gizlidir. Nitekim, sözün hakikati gönülde saklanır. Gerçek ve doğru olan tavır, her aklımıza geleni söylemek yerine daha fazla tefekkür edip sözün hikmetlisini söylemek ve az sözle çok tesir oluşturmaktır. Gönül dili; yeri geldiğinde hikmetlice konuşmak, yeri geldiğinde ise, içimize doğru seyahat ederek susabilmektir: Büyük mütefekkir ve irfan ehli Sadi-i Şirâzî, gönül dilinin muazzam ölçüsünü koymuştur: “İki şey insanın ruhunu karartır: Konuşacakken susmak, susacakken konuşmak”.

Haberin Devamı

Mutluluğun sırrı, dile sahip olmaktan geçer
Tasavvufi geleneğimiz ve medeniyetimiz az konuşmak, çok dinlemek üzerine kuruludur. Gönüller Sultanı Mevlânâ’yı çağlar ötesine taşıyan sır, gönül dilinde gizlidir. Mevlânâ, çok düşünüp derinden hikmetli sözler söylemiştir. Sözler, onun gönlünden çıkıp karşıdaki gönüllere tıpkı yer altı sularının gökyüzüne fışkırması gibi yayılmıştır; çünkü o gönül diliyle iletişim kurmuş ve sözleri gönülden söylemiştir:

Rabbimizin tecelligâhı

Gönül dili, duyguların sessiz dilidir. Duyguların anlaşamadığı, uzlaşamadığı bir ortamda konuşma dilinin pek etkisi olmaz. Nitekim; gönül severse, duygular harekete geçer ve söze hacet kalmaz. Gönül sevmezse, dünyanın kelamını da sarf etseniz, sadece yormuş ve yorulmuş olursunuz. Öyleyse her şeyden önce, irfan dünyamızın dili olan sessiz ve sözsüz gönül dilini keşfetmeli ve iletişimlerimize bu dille başlamalıyız.

Konuşmak veya susmanın temelinde düşünce yatar. Düşünce ise, kalpteki duygulardan kaynaklanır. O sebeple insanlar, kalplerine aldıkları düşüncelere dikkat etmelidirler. Zira kalp, rabbimizin tecelligâhıdır. O’na kimi yakıştırıyorsanız onu kalbinize alınız. Eğer ki Mevla’ya yakışır düşünceleriniz varsa, bitmek tükenmeyen ve usanç vermeyen bir gönül diline sahip olabilirsiniz. Aksi halde dünyanın gözüyle dünyanın diliyle konuşup günü doldurmaya ve ömrü geçirmeye devam edilebilirsiniz.

Haberin Devamı

Mutluluğun sırrı, dile sahip olmaktan geçer
Sonuç olarak konuşmak fıtri bir yetenektir. Oysa, susmak sonradan öğrenilir. Bu ilişkiyi şöyle özetleyebiliriz: Konuşmak fıtrattan, susmak kudrettendir. Her insan konuşabilir; sadece güçlü insanlar susabilirler! Söyleyecek sözünüz varsa, sözünüzü dinleyecek insanlar da varsa, elbette konuşabilirsiniz. Ancak; akıllı insanlar çok düşünür, iyi dinler ve güzel de susarlar! İşin hikmeti bu sırda gizlidir...

(Din ve Hayat Dergisi, “Susmanın Erdemi”, sayı:22, s.120 vd.)

Esma-i Hüsna

Selam: “Her türlü eksiklik, acz ve kusurdan, yaratılmışlara özgü değişikliklerden ve yok oluştan münezzeh olan, selâmetin kaynağı olup esenlik veren”. Selam isminden kulun alabileceği nasip, onun selim bir kalple mevlasına ulaşmasıdır. Selim kalp kin, hıyanet, kötü niyet ve hasedin bulunmadığı bir ruhi ve ahlaki yapı demek olup buna sahip bulunan kimse bütün müslümanlara karşı iyi niyet besler, hissettiği kötü duygular sebebiyle onları değil kendini suçlar.

Haberin Devamı

Mutluluğun sırrı, dile sahip olmaktan geçer

Nuruosmaniye Camii

İstanbul’un ikinci tepesi Nuruosmaniye Camii’nin bulunduğu tepedir. Fatih Sultan Mehmet zamanında inşa edilen Kapalıçarşı, Yeni Camii külliyesine bağlı Mısır Çarşısı, Çinili Han, Çemberlitaş Hamamı, Çorlulu Ali Paşa Medresesi de bu tepede bulunur.

18. yüzyılda inşa edilen cami Osmanlı mimarisi için dönüm noktasıdır. Cami inşa edilmeden önce yerinde Şeyhülislâm Hoca Sâdeddîn Efendi’nin hanımı Fatma Hanım’ın mescidi bulunuyordu. Ancak terk edilen yapı bir süre sonra yıkılmış. Yerine Nuruosmaniye Camii, külliye içinde inşa edilmiş. Sultan I. Mahmut Han zamanında yapımına başlanan camii Sultan III. Osman tarafından tamamlatılmıştır.

Camii bu döneme kadar inşa edilen camilerden farklıdır. 18. Yüzyılda Batılı tarzda inşa edilen barok üsluba ait en büyük camidir. Nuruosmaniye Camiinin adının anlamını III. Osman’a atfedenler, Osmanlı’nın nuru anlamına geldiğini rivayet edenler de var. Bir kısım da camii içindeki ışıktan ve nurdan dolayı bu ismi aldığını savunur.

Caminin merkezi büyük bir kubbeyle örtülüdür. Osmanlı camilerinde kullanılan en büyük kubbelerden biridir. Kare planlı olan camiinin iki tarafta girişi vardır. Şadırvanı olmayan camiinin avlusu 14 kubbelidir. Pencereleri beş sıra halinde bulunan caminin mihrap ve minberi barok üsluba uygundur. Osmanlı döneminde barok özellikli olan ilk camiinin mükemmel hat örnekleri vardır.

Hz. Ömer’in oğlu ile çobanın diyaloğu

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah bir gün arkadaşlarıyla beraber gezinmek için Medine’nin dışına çıkar. Uygun bir yerde oturup sofra kurarlar. O sırada sürüsünü oradan geçiren bir çoban yemek yiyenlere selam verir. Abdullah, çobanı beraber yemek için sofraya davet eder. Çoban oruçlu olduğunu söyler. Bunun üzerine Abdullah kinayeli bir şekilde, “Böyle şiddetli sıcağın olduğu bir günde, bu dağlarda bu sürüye çobanlık yaparken oruç tutuyorsun, öyle mi?” diye sorar. Çoban zamanını değerlendirdiğini söyler.

Aldığı bu cevaptan dolayı Abdullah çobanın ne derece samimi olduğunu sınamak ister: “Bu sürüden bir koyunu bize satar mısın? Sana parasını veririz, etinden de veririz böylece akşam iftar edersin.” Çoban, “Koyun benim değil efendimin” karşılığını verir. Abdullah, “Koyunu kurt yedi desen efendin bunu nereden bilecek?” diye sorar. Çoban arkasını dönüp giderken bir taraftan da parmağını semaya kaldırarak şu sözleri söyler: “
(İyi ama) Allah nerede?”

Çobanın güvenilirliği ve hiç kimsenin görmediği ıssız bir yerde emanete ihanet etmekten kaçınması Abdullah’ı oldukça etkiler. Varlıklı bir sahabi olan Abdullah, Medine’ye dönünce sürünün sahibinden sürüyü çobanla beraber satın alır, çobanı azat edip sürüyü de ona bağışlar.

(Beyhaki, Şuabü’l-iman, IV, 329).