08.09.2008 - 21:47 | Son Güncellenme:
Betül Yüzüncüyıl Tavlı
Boş zamanlarını değerlendirmek, oraya buraya sıkıştırdığı tarifleri düzene sokmak, San Francisco’daki arkadaşlarıyla iletişimini sıcak tutmak için yazmaya başladığında blogunun herkes tarafından takip edileceğini hiç düşünmemişti. Sonra Cafe Fernando adını verdiği blog o kadar ilgi gördü ki, iş bir web günlüğü yazmayı çoktan aşmıştı. İstanbul’u yemek başkenti seçen The New York Times, Türkiye’de nerede, ne yeneceğini ona sormuştu, Washington Post’ta Brownie tarifini yayımlanmıştı, dünyanın en ünlü şefleriyle görüşüyordu ve en sonunda San Francisco Chronicle’ın yemek ekine kapak oldu. Altın Örümcek Web Ödülleri Yarışması’nda En İyi Blog Ödülü’nü de o aldı.
Aile şirketi Sonuç Reklam Ajansı’nda çalışan Cenk Sönmezsoy’un hayatı iki buçuk yıl önce yazmaya başladığı yemek blogu Cafe Fernando’yla değişiyor. O şimdi her ay 44 ülkeden 250 bin kişinin ziyaret ettiği blogunu hazırlamak için tam zamanlı çalışan bir blogger olma yolunda...
Bilkent’te işletme okumuş, Amerika’da MBA yapmışsınız. Neden bir yemek blogu hazırladınız?
Yemek, San Francisco’ya gittikten sonra ilgi duymaya başladığım bir konu; hobim. Türkiye’ye döndükten sonra bu blogu yazmaya da boş vakitlerimi değerlendirmek amacıyla başlamıştım. İşin bu kadar büyüyeceği hiç aklımda yoktu. Meraklı olduğum bir konuydu; San Francisco’da bulunan ve yemeğe ilgi duyan arkadaşlarımla iletişim içinde olmayı, oraya buraya sıkıştırdığım tarifleri, notları düzene sokmayı istemiştim. Ardından fotoğrafçılığa merak saldım. Böyle başladı. Hayatımın büyük bir parçası olabileceği hiç aklıma gelmemişti.
Ne kadar büyük bir parçadan bahsediyoruz?
Kariyer değişikliğini düşünmeme sebep olacak kadar büyük. Kariyerim tam zamanlı blog yazmaya doğru gidiyor.
Bir gelir yakalıyorsunuz o halde...
Evet, bir sponsorum var: San Francisco’da bulunan Foodbuzz. Buna bir yemek kominitesi diyebiliriz. Dünyada böyle sitelerin örnekleri var; sırf yemekle alakalılar. Foodbuzz da 6-7 ay kadar önce kuruldu. İlk sponsor oldukları sitelerden biri de Cafe Fernando. Onlardan bir gelir elde ediyorum. Karnımı doyurur mu? Şu andaki işim kadar değil, ama bütün dikkatimi buna verirsem mutlaka karnımı doyuracak kadar kazanacağım.
Her ay 44 ülkeden 250 bin kişi ziyaret ediyormuş blogu. Bu kadar insan ne bulup da siteye giriyor?
Her yazının ilgi çekici olmasına dikkat ediyorum. Evde bir börek yaptıktan sonra fotoğrafını çekip ‘tarifi de budur’ demek bana ilgi çekici gelmiyorsa insanların da ilgisini çekmez diye düşünüyorum hep. Mutlaka arkasında bir hikâye olmalı: Niçin o börek? Bunu fotoğraflarla anlatmak da çok hoşuma gidiyor. İnsanların da ilgisini bu çekiyor sanırım. Bir de benim blogum hem Türkçe hem İngilizce yayınlanıyor. İki farklı gruba yönelik olarak yazıyorum. Şu anda iki blog yazıyor gibiyim aslında.
İnteraktif bir ortam da var blogunuzda. Bu da insanları çekiyor sanırım...
Büyük ihtimalle. Onlar yazıyor, ben cevap veriyorum. Bir de blogda görünmeyen insanların mailleri var. Günde 30-40 mail yanıtlıyorum.
Blogda size ait tarifler de var değil mi?
Evet. Kitaplardan bulup üç, dört kez denediğim tarifleri de -kitabın ismini vererek-yazıyorum.
Bu ilgi aileden mi miras?
Çocukluğumda yemeğe düşkündüm ama yapmasına değil. Börekli çörekli bir soframız da hiçbir zaman olmadı. Evde az ve öz yemek yapılırdı. Ağız tadına düşkünlük tüm aile de var ama ne yalan söyleyeyim üniversite yıllarına kadar evde yemek yapmışlığım, annemi izlemişliğim yoktur.
Annem hâlâ şaşırıyor. “İnsanlar bu yazdıklarını neden okuyor ki?” diyordu ilk başlarda. Sonra birkaç arkadaşının takip ettiğini öğrenince ilgi duymaya başladı. Abim ve babam vakit kaybı olarak görüyordu sanırım; ilgiyi görünce fikirleri değişti. Şimdi destekliyorlar. Bende de şaşkınlık var: Bu kadarını gerçekten beklemiyordum.
Blogun ismi nereden geliyor?
Yemek kadar televizyonlara, sit-com’lara da ilgi duyuyorum. En sevdiğim sit-com da Altın Kızlar (The Golden Girls). Cafe Fernando, o dizideki bir espriden çıkmış bir isim aslında.
Kafe açmayı planlıyor musunuz?
Yok, hayır... Aslında bu işe bu kadar sarılmamın sebebi, bugüne kadar beni çok heyecanlandıran işlerde çalışmamış olmam. San Francisco’da çalıştığım ajans çok iyiydi, fakat günün sonunda yaptığım işten yüzde yüz memnun olmuyordum. Hakkını veriyordum ama mutlu değildim. Türkiye’ye döndükten sonra Samsung’da pazarlama müdürlüğü yaptım ve şimdi ailemizin ajansında çalışıyorum. Keyfim yerinde ama hep eksik olan bir şey var. Şu aşamada benim için para da önemli değil. Yaşam standardımı düşürüp sevdiğim bir işte çalışmaya razıyım ama sanmıyorum ki böyle olacak; çünkü severek yaptıktan sonra devamı gelir.
Yurtdışında adınız nasıl duyuldu?
İlk The New York Times’la duyuldu. Gazetede İstanbul’u bu yılın yemek başkenti seçen makalenin yazarı Matt Gross, makale yayımlanmadan önce beni aramıştı.
İkinci olarak Washington Post’ta Brownie tarifim ve fotoğrafım yayımlandı. Ünlü şef Nick Malgieri, “Bir yazı yazıyorum sen de tarif vermek ister misin?” diye sordu. Birkaç tarif gönderdim, test ettikten sonra Brownie’nin tarifini yayımladılar. Sonra da San Francisco Chronicle’ın yemek ekinde, kapakta yer aldım.
En sevdiği yemek, karnıyarık
Kitaplarını okuduğum insanlarla mailleşir hale geldik. Dünyanın dört bir tarafında arkadaşlarım var. Şimdi buradan kalkıp hangi şehre gitsem beni dolaştıracak, oradaki en iyi restoranları söyleyecek birileri mutlaka var. En büyük getirisi bu oldu.
Blogunuzda en çok beğenilen tarif hangisi?
Browni.
En sevdiğiniz yemek nedir?
Karnıyarık, domatesli pilav ve cacık.
Takip ettiğiniz bloglar var mı?
www.davidlebovitz.com, www.orangette.blogspot.com/.
Türkiye’de yemek için mutlaka gidilmesi gereken yer, deyince neresi geliyor aklınıza?
O kadar çok yer var ki ama Çiya, Beyti, Hünkar, İskele ve Balıkçı Sabahattin’i sayabilirim.