Alper Hasanoğlu

Alper Hasanoğlu

alperh@therapiagroup.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

İşe giderken utanç verici bir tablo içinden, bir ırgat pazarının ortasından geçiyorum. Afgan ve Suriyeli göçmenler bu ırgatlar. Her geçişimde yüzüm kızarıyor

İsviçre, Basel’e psikiyatri ihtisası yapmaya gittiğimde yaşım 30 bile değildi. Gençtim. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde fizyoloji ihtisası yapmış, özellikle beyin üzerine çalışmıştım. Basel Psikiyatri Polikliniği’ndeki herkesten daha iyi sinir sistemi bilgim vardı ama psikoloji bilgim, okuduğum Freud ve Jung kitaplarıyla sınırlıydı.

Ölesiye korkuyordum çünkü aslında göçmen olmak için de oldukça büyük bir yaştı. Başka bir dilde, yabancı bir şehirde, henüz bilmediğim bir konuda çalışmaya başlıyordum. İsviçre için üçüncü dünya ülkesi kabul edilen bir yerden geliyordum. Tek kelime gramer hatası yapmadan konuşmaya çalışıyordum ki benimle dalga geçmesinler. Ben geçerler sanıyordum.

Ayrımcılık yaşamadım

Üniversite hastanesinin içinde yer alan psikiyatri polikliniğinde işe başlamıştım. Şartlarım çok iyiydi. Oturduğum ev, maaşım, hastanedeki odam, istediğim zaman ulaşabildiğim yüzlerce bilimsel dergi vs. Her şey hayal ettiğimden daha iyiydi ama ben Beyoğlu’nda gittiğim leş Rock Bar’ı özlüyordum işte.

Bütün meslektaşlarım çok nazikti ve bir o kadar da mesafeli. Zaman geçiyordu ama ben aralarına giremiyordum. Çok sonra anlayacaktım, kendi aralarının da olmadığını.

Basel’in “Küçük Basel” olarak adlandırılan ve göçmenlerin çoğunlukta olduğu bir bölgesi vardı. Türk göçmenlerin günlerce Almanca konuşmaya gerek kalmadan Türk bakkalından, manavından alışveriş ettikleri ve Türk kahvesinde kağıt oynayıp içki içtikleri bir semtti burası. Bir İstanbul çocuğu olarak kendimi oldukça yabancı hissettiğim bir yerdi ama Basel’in diğer bölgelerinde yabancıydım aslında.

İsviçre’de hiçbir yerde doğrudan Türkleri (bizi) istemediklerini söylemezlerdi. Neden oturma ve çalışma izni aldıklarını açık açık sormaz, nasıl oluyor da bu kadar çok seviştiklerini sorgulamazlardı, Bekir Coşkun’un yaptığı gibi. Ren kıyısında oturup kendi dillerinde sohbet ettikleri için kimse onlara (bize) kötü gözle bakmazdı.

Daha rafine olurdu onların küçümsemeleri. Örneğin benim artık çoktan entegre olduğum ve İsviçreli, Alman arkadaşlarımla birlikte bir şeyler yapmaya başladığım ileriki yıllarda bir akşam, iş çıkışı birkaç arkadaş hastanenin yakınında, Kürtlerin işlettiği bir İtalyan restoranında pizzalarımızı yer şaraplarımızı yudumlarken, birkaç gün sonra İstanbul’da başlayacak önemli kongrelerden birine gidip gitmediklerini sordum. Bir Alman meslektaşım şaşkınlıkla, o kongrenin çok önemli olduğunu, İstanbul’da olmasına şaşırdığını söyledi. Alaycı bir şekilde gülümsediğimi görünce, kırdığı potu anladı ve özür diledi.

Saçlarım kıvırcık, adım Alper (Albert gibi) olduğu ve “r” harfini telaffuz etmekte zorlandığım için iyi Almanca konuşmama şaşırır ve kesin Fransız olduğumu ve onları kandırdığımı iddia ederlerdi. Güya beni övüyorlardı. Ben Türklere benzemiyordum.

Nazik insanlardı İsviçreliler. Tramvaya, otobüse bindiklerinde birbirlerine selam verir, gülümserlerdi. Kısa sürede böyle iyi alışkanlıkları benimseyiveriyor insan. Ben de tramvaya binip bir yere oturduğumda karşımdaki insana selam verirdim, çok hoşuma giderdi. Kendimi oraya ait hissederdim. Bazen yabancıları sevmeyen bir adam ya da kadına çatardım, selamımı almadığı gibi somurtuk bir yüz ifadesiyle başını öte yana çevirirdi. Bozulurdum. İçimden “Sen kimsin be beni küçümseyecek?” diye söylenir, minik bir narsistik yaralanma yaşardım. Sanki artık oraya ait olmazdım.

Neyse ki akademisyenlerin ve meslektaşlarımın büyük çoğunluğu ırkçı değildi ve ben Anadolu’nun yoksul köylerinden gelen göçmenlerle mukayese edildiğinde, hemen hemen hiçbir ciddi ayrımcılık yaşamadım. Yine de ırkçı ve ayrımcı Batılıya karşı ciddi bir refleks geliştirdiğimi söyleyebilirim.

En önemli soru

Artık İstanbul’da yaşıyorum ve Kandilli’deki evimden arabayla işe giderken utanç verici bir tablo içinden, bir ırgat pazarının ortasından geçiyorum. Afgan ve Suriyeli göçmenler bu ırgatlar. Günlük 40 lira yevmiye için, birilerinin onları kamyonlara doldurup inşaatlara götürmesini bekliyorlar. Her geçişimde yüzüm kızarıyor. Yolun iki yanına sıralanmış, o gün 40 lira kazanmak için insanlık dışı koşullarda çalışmayı göze alan göçmenlerin arasından, kimseyle göz göze gelmemeye çalışarak hızla geçiyorum. Esnaf onlardan şikayetçi. Kavga dövüşün onlar geldiğinden beri arttığını, huzurlarının kalmadığını söylüyorlar. İsviçre gazeteleri de Türkler için aynı şeyi yazardı.

Herkesin bir ötekisi var işte. Peki neden değersizleştireceği bir ötekine ihtiyaç duyacak kadar derin bir aşağılık kompleksi içinde bütün dünya?

Laf kalabalığına hiç gerek yok, faşizmin kıyısında, sorulacak en önemli soru bu!

Göçmenlik


İllüstrasyon: ÖZGE EKMEKÇİOĞLU