Alper Hasanoğlu

Alper Hasanoğlu

alperh@therapiagroup.com

Tüm Yazıları

Uzun bir aradan sonra “Masumiyet Müzesi”ni yayımlamıştı Orhan Pamuk. Yıl 2008. Tuğla gibi bir kitap. Çok sevinmiştim. En azından bir haftam, gecelerim Orhan Pamuk’un her kitabında kurduğu, o kitaba özgü büyülü dünyada geçecek ve ben o sıralar sıkılmaya başladığım hayatımdan bir mola alabilecektim. Öyle de oldu. Basel’deki hayatımın çok önemli bir parçası olan sevgili dostum Ali Çivi ile de karşılıklı coşkuyla paylaşarak daha da güzelleşen bir okuma olmuştu benim için “Masumiyet Müzesi”.

O günlerde Basel’deki okumuş Türklerden biri beyin tümörleri üzerine olan ve başarıyla tamamladığı bir projeyi kutlamak için üniversitedeki bölümde bir kokteyl veriyordu. Okumuş yazmış Türklerin çağrıldığı bir davetti bu. Elimizde şarap kadehlerimiz oradan buradan sohbet ederken söz Orhan Pamuk’un yeni kitabına geldi. Türkiye’deki edebiyat dünyasının önemli bir kısmı Orhan Pamuk’un dilbilgisi yanlışlarının peşine düşmüş, onun Türkçe bilmediğini, hatta bazı kitaplarının intihal olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. 30 yaşlarının başında olduğunu tahmin ettiğim bir biyoloji doktoru kadın da kitabı okumaya başladığını ama bitiremediğini söyledi. Orhan Pamuk’un kitaplarını bitirememek de ayrı prim yapıyordu.

Orhan Pamuk’u sevmemek

Haberin Devamı

Ödümüz kopuyor

Biyoloji doktoru kadın gururla, kitabın daha birinci sayfasında, ilk paragrafta bir gramer hatası olduğunu ve bundan çok rahatsız olduğunu söyledi. Rahmetli Tahsin Yücel’le başlamıştı sanırım Orhan Pamuk avı. Pamuk’un “ince belli çay fincanı” diye yazdığını iddia etmişti Yücel. “Minarenin balkonu”, “ezan saati” filan gibi şeyler yazdığı da iddia ediliyordu. Cem Erciyes Radikal’deki köşesinde bütün kitaplarını titizlikle incelettiğini, böyle ifadeler olmadığını vurgulamıştı oysa. İşte biyoloji doktoru kadın da buluvermişti gramer hatasını. Birkaç kadeh şarap içmiş olmanın verdiği rahatlıkla da sanırım, şuna benzer bir şeyler söylemiştim biraz da alayla:

“60’ına merdiven dayamış, bütün hayatını yazıya vakfetmiş Nobel ödüllü bir yazar yedi yılda yazdığı kitabının ilk paragrafındaki gramer hatasını atlıyor, kitabı basan yayınevinin editörü de bu hatayı görmüyor ve siz bunu yakalayıveriyorsunuz. Bravo. Hayran oldum dikkatinize ve Türkçe bilginize.”

Haberin Devamı

Son kitabı “Kırmızı Saçlı Kadın”da erkek çocuklarının annelerine tecavüzü haberlerinin bir zamanlar gazetelerde çok sık çıktığını yazar Pamuk. Murat Bardakçı bunu okuyan yabancıların hemen buna inanıp bizim hakkımızda çok kötü düşüneceğinden endişe ediyor ve “Çüş Orhan Çüş!” diye bir yazı yazıyor. Ah bizim zavallı toplumsal aşağılık kompleksimiz! Yabancılar bizi kötü görecek diye ödümüz kopuyor. Kol kırılsın yen içinde kalsın istiyoruz ama işin aslında başka bir yönü daha var. “Kırmızı Saçlı Kadın” belgesel bir tarih kitabı değil, roman. Kurgu yani. Bunu unutuyor Bardakçı.

Bana da seksist diye saldıran feminist “5Harfliler” Pamuk’un son kitabı ile ucuz psikanaliz yapıyor diye dalga geçiyor. Bu nasıl bir hadsizliktir aklı almıyor insanın. Bir de bu densizlikleri yapan insanların yazarı ilk adıyla anıyor olmaları. Orhan aşağı, Orhan yukarı. Bir yandan aşağılama konusunda yarışıyorlar, öte yandan ona ilk adı ile hitap edecek kadar yakın olduklarını ima etmeye çalışıyorlar.

Haberin Devamı

Peki bunu neden yapıyorlar? Neden bütün hayatını edebiyata adamış bir insanı yaptığı işten soğutmak için bu kadar çaba sarf edilir? Orhan Pamuk bundan sonra hiçbir şey yazmazsa kimin eline ne geçecek? Onu aşağılamak nasıl bir haz kaynağıdır?

Onun tek derdi yazmak

Oğuz Cebeci “Psikanalitik Edebiyat Kuramı” adlı eserinde yazarların toplum tarafından ya bir kahraman ya da mağdur olarak görülmek istendiğini yazar. Yazar ya yazdıkları ile kahramanca halkı için savaşır, hapislerde yatar, işkencelerden geçer. Ya da eksantrik, bohem bir tiptir, açlıktan nefesi kokar ama edebiyat sevgisi her şeyin üstünde olduğu için yazmaya devam eder. İyi yazar ancak böyle olunur. Buna en iyi örnekler de Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi yazarlardır.

Oysa Orhan Pamuk bu ölçülere hiç uymuyor. Robert Kolej’i bitirmiş, Nişantaşı’ndaki lüks aile apartmanında oturan varlıklı bir genç olarak atılıyor edebiyat dünyasına. Hiçbir bohemliği, eksantrikliği yok. Politik konularla da çok ilgili değil aslında. Sorarlarsa lütfen yanıt veriyor politik sorulara. O zaman da ya Kürtler öldürülmesin diyor ya da Ermenileri öldürmeseydik iyiydi minvalinde konuşuyor. Öyle milliyetçi, yurtsever, solcu bir hali yok. Ne mağdur ne de kahraman. O yalnızca edebiyatı seviyor, yazmak dışında bir derdi yok. Ama bizim edebiyat dünyamız böyle bir yazarı sevmiyor. Onlar, belki bilincinde değiller ama, yazarlarının acı çekmesini istiyor.

Orhan Pamuk ise Boğaz manzaralı ofisinde her gün yarım sayfa yazarak kitaplarını inci gibi işlemeye devam ediyor. Bana sorarsanız, iyi de yapıyor.