Zülfü LİVANELİ
YENİ bir albüm için iki aydır stüdyodayız.
Müzisyenler gelip gidiyor; armoniler, akorlar, kontrşanlar, vokaller...
Kendinizi stüdyo ışıklarının büyülü atmosferine ve ses dünyasının kozmik gizemine kaptırdığınız zaman aklınıza başka hiçbir şey gelmiyor.
Sadece ve sadece sesler, notalar dönüyor beyninizde.
Yeni bir müzisyen, kanal kayıtlarına başladığında herkes nefesini tutup sonucu bekliyor; ortaya çıkanlar hem ritmik, hem melodik bakımdan tatmin edici bulunup, akorun içinde tınladığında stüdyoda bir sevinç, bir sevinç sormayın gitsin!
Müzik yapmaya alışmış olan birisi bu alışkanlıktan ömür boyu kurtulamaz.
Aynen soğancı gibi.
Soğancı da nerden çıktı diyeceksiniz!
Bakın, nerden çıktı?
* * *
ALBÜM kayıtlarına katkıda bulunan iki değerli İngiliz müzisyen var:
Andy ve
Paul.
Türkiye'de
Endi ve
Pol olarak anılmayı seviyorlar.
Sevimli Türkçeleriyle, bir Türk gibi yaşamaya özen gösteriyorlar.
Geçenlerde Endi evde otururken sokaktan
"Domates, soğan" diye bağıran bir satıcının geçtiğini duymuş.
Hani şu, gür sesleriyle evlerin camlarını zangırdatan satıcılardan biri.
Kısık bir sesle domates satmaya çalışan, mahçup Züğürt Ağa gibi değil.
Endi camı açıp adama seslenmiş ve bir kilo soğan getirmesini istemiş.
Adam
"Soğan yok abi!" demiş.
Endi şaşkınlıkla;
"O zaman niye soğan diye bağırıyorsun?" diye sormuş.
Satıcı
"Alışkanlık be abi!" demiş.
"Soğan yok ama yıllarca soğan diye bağırmaya alıştığımdan ağzımdan hep soğan çıkıyor."
Bu öykü bana
siyaset ve medya dünyamızı hatırlattı: Politikacılarımız hep
"ifade ediyor, fevkalade ciddi buluyor, bir demeci talihsiz olarak mülahaza ediyor" ama aslında hepsi de olmayan soğanlarını satıyorlar.
Medya dünyamızın dili ise alışkanlıkta daha da ileri
"savaş rüzgarları esiyor, sıcak saatler yaşanıyor, şok açıklamalara yer veriliyor" ama Türkiye yine Türkiye olarak kalıyor.
* * *
EN iyisi hiç olmazsa bazı saatlerde stüdyo karanlığına, notalar dünyasına gömülmek.
Çünkü çok sesli müzikte her notanın hakkı ve sorumluluğu birliktedir.
Her enstrüman ayrı ses çıkarır ama bu sesin, genel armoni kuralına ters düşmemesi gerekir.
Yoksa her kafadan bir ses çıkar ki buna da çok seslilik denilemez.
Aslında özgürlük gibi algılanan çok seslilik, müthiş bir disiplin işidir; karşılıklı bağımlılığa dayanır.
Armoni, yani uyum da bu disiplinden çıkar işte.
Aslında müzikteki kuralları topluma uygulamak mümkün olsa, uyumlu bir senfoni orkestrası olmamız işten değil.
Ama ne yazık ki, çalgılarını akort edemeyen, falsolu ama çok gürültücü bir bandoya benziyoruz.
Yazara Emaillivaneli@milliyet.com.tr