Sene 1920. İstanbul'da 150 bine yakın Rus var. Bolşevik Devrimi'nden kaçıp kendini kurtaranlar zengini, fakiri gemilerden sarkarak, bitlenmiş perişan bir halde İstanbul'a gelmiş. İstanbul'un hali zaten harap, fakirlik almış yürümüş, işgal altında, sokaklarda kimin kol gezdiği belli değil. Bir de üstüne sade canını kurtararak, eteğinin belinde, ceketinin görünmez bir yerinde üç beş kuruş nesi varsa onunla gelen Ruslar.
O dönemdeki mizah dergileri onları çiziyor, gazeteler onlardan bahsediyor. Kimi Rus konsolosluğunun merdivenlerinde uyukluyor, kimi bir restoranda. Büyükada'daki evlerin bazıları kendilerine tahsis edilmiş, halktan tepki büyük. Zira sokakta kalmış Müslümanlar da var.
Rus soylusundan sokak çalgıcısına
Beş yıl önce bir kitap bulmuştum. Constantinople 1920. Yazarı Haig Tahta. Kitap İngiltere'de basılmış ama kimdir bu adam, nerelidir, hibir fikrim yok. Tahta o devir İstanbul'unda geçen, okuması zevkli, tarihi gereklere uygun ve aslında şehrin tarihini kurgu olarak okumayı seven herkese hitap edebilecek bir roman yazmış.
Kitabın başında aslında bir asilzade olan Nikolai'nin annesi ve kardeşiyle beraber İstanbul'a gelişlerini görüyoruz. Büyükada'ya yerleşiyorlar. Mütevazı, daha doğrusu fakir bir hayat yaşıyorlar. Nikolai para kazanıp evi geçindirmek için bir zamanlar hobi olarak çaldığı kemanla mekanlarda müzik yapıyor.
İşte bu da o zamanın şüphe götürmez gerçeklerinden biri. Bazı Rus soyluları sağda solda ayakkabı bağcığı, sigara satarken kimisi de böyle Pera Palas'ta oda müziği yapıyor. Sokaklarda bir canlılık, Beyoğlu'nda Rus enstrümanları çınlıyor, danslar ediliyor. Kadınlar bitlendikleri için saçlarını kısacık kestirmişler, ama bu da bir modaya dönüşüyor, modern Osmanlı kadınının pek sevdiği Rus başı modeli başlıyor. Rusları takiben Türkler ilk kez plaja gidiyor, suya giriyor.
İstanbul'da Rus devrimi
Birbiri ardına açılan restoranlar dolup taşıyor. Daha önce Rusya'da Çar'a votka yapan Piyotr Smirnov arka sokaklarda iptidai koşullarda hazırladığı votkasını satıyor. Göç silsilesinin sonunda vardığı Amerika'da Smirnoff olmadan önce o da Beyoğlu'nun tozunu yutuyor.
1921 Ekim'inde İstanbul Rus Sanatçılar Birliği ilk sergilerini açıyorlar. Tiyatro, opera canlanıyor, Lidia Kraşa-Arzumanova ilk bale stüdyosunu açarak ders vermeye başlıyor, öğrencileriyle gösteriler tertip ediyor. Türk bale tarihinde önemli bir isim haline gelmenin temellerini yine bu efsanevi cadde üzerinde atıyor.
Ve caz. İstanbul'a ilk kez caz geliyor. Rose Noire isimli bir mekanda Fedor Thomas İstanbulluyu bu devrimci müzik türüyle tanıştırıyor, bugün Batı kültürü dediğimiz şey bize Kuzey'den geliyor.
Müslüman Osmanlı büyük bir panayırın içine düşmüş gibi adeta. Hayatlarında olmayan ne varsa geliyor şehrin kalbine çöküyor. Tıpkı önümüzdeki günlerde olacağı gibi. Rus Türk Kültür Vakfı tarafından düzenlenen festival kapsamında Beyoğlu neredeyse bundan yüz yıl öncesine gidecek.
Bit pire yok, sanat var
Yine dans olacak, Türk ve Rus opera sanatçıları konser verecek, sokak ressamları hünerlerini sergileyecek, matruşkalar boyanacak, Rus halk enstrümanları çalınacak. Dostoyevski dünyanın Türkleri en çok seven yazarı değildi; ne yapsın büyük dedesi Türk hapishanesinde kalmış bir müddet; ama onun romanlarından kahramanlar da tramvayla Beyoğlu'nda bir aşağı bir yukarı giderek edebiyatın varlığını da hatırlatacak.
Hem bu sefer gemilerden sarkanlar yok, açlık, kıtlık yok. Bu sefer gerek bir festival var! İki ülke arasındaki sanat gemişini hatırlatan güzel bir festival.