Berkay Ateş’in Cevdet Kudret Edebiyat ödüllü oyunu “Hakikat, Elbet Bir Gün”, seyirciyi bir mektubun izinde, hakikatin peşinde bir yolculuğa çıkarıyor...
Bu oyunu anlatmaya sondan başlamak istedim. Bütün ışıkların sönüp tek bir sarı ayçiçeğinin aydınlıkta dimdik durduğu, alkıştan bir tık önceki o sessizlik anından.
Çünkü iki saatlik maratonun sonunda ancak o an nefes alıyorsun ve adeta o mektubu baştan okumaya başlıyorsun kafanda; sarı tişörtlü çocuğun son mektubunu: “Bütün sevdiklerime, şu an saat 04.15. Güneş doğabilecek mi bilmiyorum. Her geçen dakika, hayatımın ellerimden kayıp gittiğini görüyor, sona yaklaştığımı biliyorum. Bu kapkara ormanda, bir adım daha atacak dermanım kalmadı, başım durmadan dönüyor, her şeyi işitiyorum. Göğsümde dinmeyen bir ağrı, kalbimde tarifsiz bir acı var ve artık sesim bile çıkmıyor... Tek çarem elimde tuttuğum kalemim! Baştan başlayayım. Saat 19.45’te Gönüllü Caddesi’ne geldim, doğduğum yere, doğum günümde...”
Ve o mektubun ışığında, son doğum gününde dolaştığı karanlık sokaklarda çocuğa refakat ediyor seyirci. Gittikçe aran bir çaresizlik hissi, sürekli nefes daralması, “Güvercinlerin ağlaya ağlaya denizlere düştüğü, kurbağaların el ele tutuşup
"Memlekette her konu bitti sıra Sıla’ya mı geldi?" lobisinin hışmını hesap ederek yazıyorum bu yazıyı. Hiç anlamadığım şekilde şiddete uğramış kadınlar arasında ayrım yapan kesim var. Sıla ünlü, güzel, ne bileyim “tuzu kuru” olduğu için onun uğradığı eziyetin o kadar da önemli olmadığına, maruz kaldığı şiddetle adeta asıl mağdur kadınların “Önünü kapadığına’ inanıyorlar. Sürekli bir “Kadın dernekleri ve kadınlar Sıla’yla meşgulken şu mahallede bir kadının başına neler geldi, kimsenin umurunda olmadı” sitemleri...
Birincisi, kadın dernekleri diye azarlamaya kalkıştığınız bir avuç insan bu memlekette şiddete uğramış her kadının sesi olmak için insanüstü bir çaba gösteriyorlar, korkarım siz daha ziyade Sıla olayının magazinel boyutuyla ilgili olduğunuz için gözünüzden kaçmış. İkincisi, o ‘kenarda kalmış’ kadın adına da siz kıyamet koparabilirsiniz, bir engel yok. Ama tabii birilerine havale edip hesap sormaktan biraz daha fazla mesai istiyor.
Ve en önemlisi, bir şiddet olayının bütün aşamalarını gözler önüne serdiği için bu “Başka konu mu kalmadı?” diye küçümsenecek bir mesele değil.
Öncelikle hayatında bir kere bir kadının canını yakmış bir insanın bunu mutlaka tekrarladığını
Bu ay ‘Milliyet Sanat’ dergisi için Demet Akbağ ile konuştuk. Ata Demirer’le son filmleri ‘Hedefim Sensin’ ve oradaki karakteri Hafize üzerine öncelikle... Ama doğal olarak Akbağ’la sohbet etmek öyle tek konuyla sınırlandırılabilecek bir şey değil, her alanda söyleyeceklerini merak ediyorsunuz.
Yerli diziler de kendisi pek dizi yapmayan nadir oyuncularımızdan olduğu için en çok payını aldı elbette. Bizim projeler için kullandığı “Bir hikaye başlar, gelişir, sonuçlanır. Bizimkiler başlıyor, durmadan gelişiyor ve sünüyor. ‘Giriş, gelişme, sünüş’ tabirine bayıldım. Ve evet, yine dediği gibi birinci sezondan sonra şahane şeyler görmüyoruz dizilerde, bu da bir gerçek. Sünüyorlar gözümüzün önünde.
Bunun nadiren de olsa bazı istisnaları olabiliyor tabii ve bence ‘İstanbullu Gelin’ bunlardan biri. Öncelikle incelikli çizilmiş, tutarlı karakterleri ve anlatım dili nedeniyle... Oradaki insanların her birini senaryo yazarları da biz de tanıyoruz ve çok büyük savrulmalar yaşamıyor, onuncu bölümde bambaşka birine dönüşmüyor, “Bu insan bunu yapmaz ki” dedirtmiyorlar. Bu yüzden de inandırıcılıklarını kaybetmiyorlar. Sonradan eklenen karakterler de öyle. Renk olsun diye gelmedikleri, hikayede bir
Hiç anlayamamıştım bu ‘utanç’ nereden gelip işlemişti içime daha ergenlik çağında. Kimse bana kadın olmanın her ay belli bir süre kanla haşır neşir olmak olduğunu ama bunun ayıp bir şey olduğunu anlatmamıştı.
Gerçekle yüz yüze kaldığımda zaman da “Aman kimselere söyleme, bu bir utanç vesilesi” diyen olmadı. Doğal bir olay olduğu, bu yaşa gelen her kızın başına geldiği anlatıldı aksine.
Gene de ben çok uzun süre, bir eczaneye girip “ped” isteyemedim. Hele hele erkek eczacıdan. Buna kendi kendime karar verdim. Kadınlar arasında bir “suç ortaklığı”ydı bu, hadi onlardan istemek kabul edilebilirdi. Ama bir erkekten, daha neler! Tek seçeneğim varsa, mecbursam, eczanenin önünde defalarca tur attığımı bilirim, içeri girip söyleyeceğim cümleleri prova ederek. Marketler bu konuda kurtarıcıydı, diğer malların arasına sepete atıp adını telaffuz etmeden alıp çıkabiliyordun.
Bu konuda tek olmadığımı da zamanla gördüm, saçmalığını fark etmekle beraber yenmem daha da fazla zaman aldı. Kadın olarak dünyaya gelmişseniz, ne hikmetse kimse size öğretmeden, doğanızdan utanmak genlerinize kodlanıyor. Herhalde “Öyle oturma, kızlar usturuplu oturur, öyle koşmaz, oraya tırmanmaz, atlamaz,
Perşembe akşam saatleriydi, instagramda bir metinle karşılaştık. Genç bir kadının kendisini son derece doğru ve güzel ifade eden, su gibi, duru ve net satırlarıyla. Yetenekli genç oyuncu Elit İşcan, “Yaşamayanlar” disinin setinde rol arkadaşı Efecan Şenolsun tarafından cinsel saldırıya uğradığını (hakaret, küfür ve vücut dokunulmazlığını ihlal eden davranışlar şeklinde sıralamış), bunu hem yapım ekibiyle hem ikisinin ortak ajansıyla paylaştığını, kendisinden süre istendiğini anlatıyordu.
Aradan beş ay geçmiş, hiçbir adım atılmamış, İşcan da Şenolsun’dan şikayetçi olarak hukuki işlem başlatmış ve kamuoyuna da bu açıklamayı yapmaya karar vermişti. Açıklamanın en iç burkucu yanı, gayet öngörülü olan “Bu olayı kamuoyu ile paylaşarak mesleki geleceğimi riske attığımın, hakkında ‘yorumlar’ yapılacak, mercek altına alınacak kişinin cinsel saldırıda bulunan değil de ben olabileceğimin, pek çok haksız ve olumsuz söz işiteceğimin bilincindeyim,” bölümü.
Nitekim daha o ‘gönder’ tuşuna basarken ortalığı “Tacize uğrayan kadınlar neden susarlar?” konusuna açıklık getirecek örnekler sardı. “Oh hadi, kastın primini, yaptın reklamını, artık sırtın yere gelmez”cileri geçiyorum, kendilerine akıl ve
"Girdiğin her yere, kenefe bile/Gireceksin haşmetle/Aşk ile bakacaksın her şeye/Ama kuş bakışıyla her şeye..."
Soru, “Bir kadını gerçekten efsane yapan nedir?”
Peşinden çıktığımız yolculukta rehberimiz Efsane Pars... Bir zamanların ‘kızıl bomba’sı. Tam da şarkıda olduğu gibi girdiği her yere haşmetle girmiş, hayatı kuş bakışıyla izlemiş, söylediği şarkılarla, oynadığı filmlerle ve yaşadığı aşklarla dillere dolanmış bir yıldız.
Artık fazla ilgi alanlarına girmediği magazin programlarının gündemine bomba gibi düşmesinin nedeni, bir otel odasında kurşunlanması. Kendisinden neredeyse 30 yaş genç sevgilisinin de onu o halde bırakıp, sevgili köpeği Fondip’i de alarak sırra kadem basması. Yürekten yaralı Efsane, bir yandan son hayırsız sevgilisinin izini sürerken, bir yandan da bize hayatından hikayeler anlatıyor. Gazino gecelerinden, film setlerinden ve çocukluğunun İstanbul’undan anılar, döneme damga vuran şarkılar eşliğinde akıp gidiyor.
Yeteneğine sıfat aramanın gereksiz olduğu Derya Alabora’nın, Ezop Sahne yapımı tek kişilik oyunu ‘Efsane Kadın’, geçtiğimiz ay seyirciyle buluştu. Önce şunu söylemek isterim, bu vesileyle gördük ki, sadece çok iyi bir oyuncu değil, iyi de şarkıcıymış.
Biz ‘Flaş Haber’den sayılmadığı için gazetelerin arka sayfalarında denk gelirken, sosyal medyada çığ gibi büyüyen bir kampanya var: İstanbul’da bir lisenin öğrencileri “TacizVarSesÇıkar” etiketi altında haklarını arıyorlar. Ne hakkını? Tedirgin olmadan, koca koca adamlardan birlikte içki içme teklifleri, gece yarısı mesajları almadan, cinsel içerikli fıkralar dinlemeden, sigara denetleme bahanesiyle boyunları koklanmadan, kıyafet kontrolü adı altında baştan ayağa süzülmeden, özetle ‘taciz edilmeden’ okula gelip eğitim alabilme hakkı.
Olay İstanbul Küçükçekmece’deki Kadriye Moroğlu Anadolu Lisesi’nde gerçekleşiyor. Liseden mezun olup üniversiteye başlayan, dolayısıyla artık -en azından öğrencilik hayatı için- korkacak bir şeyi kalmayan Eylül adlı öğrenci, lisedeyken kendisini taciz eden coğrafya öğretmeniyle ilgili okul idaresine yaptığı şikâyet ve bunu izleyen soruşturmadan bir sonuç alamadığı için olayı mahkemeye taşıyor.
İlk duruşması 20 Kasım’da görülecek davayla ilgili bianet’in yaptığı haber, fitili bir anda ateşledi. Tahmin edileceği gibi, Eylül’ünki ne ilk ne de son olaydı. Okul yönetiminin ‘uyarı’ vermekle yetindiği öğretmen okulda ders vermeye ve diğer faaliyetlerine
Ne oldu, bu hafta sonu gündemimize bir pilav tenceresi düştü. Zira bilimi herkesin anlayacağı dille ve dinle bağlantılandırarak anlatmasıyla ünlü Prof. Dr. Sinan Canan, Habertürk TV’de katıldığı Büyük Sorular programında kadın beyni ile erkek beyni arasındaki farkları pilav örneğiyle anlatmayı seçti. Neden evde yemeği kadın yapar diye bilinirken toplu yemek yapılan yerlerde marka olmuş ustalar hep erkekti? Üç boyutlu algı sistemleri gelişkin olduğu için. Ne alakası var demiyoruz, şu alakası varmış: Küçük bir sahanla büyük bir kazan arasındaki hacim farkını kolayca hesap edebildikleri için, malzemeyi çoğaltarak kolayca yemeği yapabiliyorlarmış. Halbuki kadınlar, evdeki pilav tencereleri değişti mi pilavı tutturamıyorlarmış. Çünkü evrimsel ve antroplojik olarak üç boyutlu algı sistemlerinin o kadar gelişmiş olması gerekmiyormuş.
Söz konusu programın kırpılıp dağıtıma sokulan 40 saniyesinde Sinan Canan’ın söyledikleri bunlar. Gelen tepkilere kızmamış, youtube’dan yaptığı açıklamada söylediğine göre. “Genel geçer kabul görmüş olan teamüllere aykırı şeyler söyleyen tipler rahatsız edicidir” diye açıklıyor durumu; “Söylediklerine çok bir laf edemezsiniz, içten içe bilirsiniz ki adam