Yıl 1963, mayıs ayında yağmurlu bir gece... Ordudan tasfiye edilmiş dört asker; Teğmen Şinasi (Tarhan Karagöz), Binbaşı Kemal (Murat Kılıç), Binbaşı Rıfat (Şencan Güleryüz) ve Albay Reha (Ali Seçkiner Yazıcı), o gece Ankara’da başlayacak askeri darbenin İstanbul ayağında kendilerince çok ‘hayati’ bir rol üstlenmiş durumdalar: Büyük bir gizlilik içerisinde İstanbul Radyosu’na ulaşacak, ne pahasına olursa olsun darbe bildirisini anons edecekler. Halkın desteğini alacak etkili bir anonsun başarıya giden yolda birincil unsur olduğuna canı gönülden inanmış durumdalar. Tıpkı bu uğurda her şeyin mubah olduğuna inandıkları gibi... Ama işte ‘hayatın olağan akışı’nı kesmek sandıkları kadar kolay olmayabiliyor...
Mahmut Fazıl Coşkun’un dünya prömiyerini yaptığı 75. Venedik Uluslararası Film Festivali’nden ‘Jüri Özel Ödülü’ ve ‘En İyi Akdeniz Filmi’ ödülüyle dönen üçüncü filmi ‘Anons’, adı üstünde, bu dört askerin son derece basit görünen engellere toslayan ‘anons girişimi’ni anlatıyor. Bütün hayatın karşılarında diz çöküp askeri düzene geçmesini beklerken, anons yapacakları aleti çalıştırmayı bilen tek elemanın mesaisinin bitip, evine gitmiş olmasıyla başlayan ‘aksilik’ler silsilesi,
Ekonomik darboğazların en çok kültür ve sanatı vurduğunu bilerek elimizde kalanlara gözümüz gibi baktığımız bir dönemde, haftaya kalp kıran bir haberle başladık: !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin yaratıcıları Serra Ciliv ve Pelin Turgut ‘!f dostları’na bir veda mektubu yollamıştı. Mail yoluyla elbette ama hem üsluplarındaki zarafetin yarattığı ‘nostalji’ duygusundan hem de sona eren on yedi yıla ilk gününden beri tanıklık etmiş olmaktan, bende mektup etkisi yarattı.
“Eğer bu mesajı okuyorsanız, !f istanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin kurucuları ve direktörleri olarak geçirdiğimiz son on yedi yıl içinde yollarımız kesişmiş; fikirlerinizle, işbirliğinizle ve tabii dostluğunuzla !f’in !f olmasına büyük destek vermişsiniz demektir” diye başlıyordu mektup. Kimseyi suçlamadan, nezaketle veda ve teşekkür ediyordu.
Adı Beyoğlu AFM Fitaş olan salonda “AFM Bağımsız Film Festivali” olarak başladığı güne gitti aklım, 2002 imiş demek. Bu kadar uzun ömürlü olacağını, İstiklal’de tek sinemadan Türkiye’nin üç büyük kentine yayılacağını, !f2 adıyla doğurup Adıyaman’dan Batman’a, Kastamonu’dan Diyarbakır’a 33 şehirde 50’den fazla noktada eş zamanlı film gösterimleri yapacağını,
Öncelikle şunu önemli bir kazanım olarak belirterek söze başlamak lazım: Son yıllarda dünyada olduğu gibi ülkemizde de “toplumsal cinsiyet eşitliği” diye bir şey cümle içinde kullanılmaya başladı. Kadınla erkeğin toplum içindeki konumlarına, her ikisine atfedilen görev, sorumluluk ve özgürlük alanlarına “alıcı gözle” bakan kişi, kurum ve kuruluşların sayısı arttı.
Hani eğer adını koyarsak belki sonrası gelir: Ülkemizin toplumsal cinsiyet eşitliği karnesi her alanda çok zayıf.
Ama dedim ya sevindirici şeyler oluyor, misal TÜSİAD dizileri bu açıdan inceleyen bir araştırmaya önayak olmuştu. Şimdi de Reklam Verenler Derneği (RVD) Reklamda Toplumsal Cinsiyet Eşitliği diye bir platform kurdu ve Bahçeşehir Üniversitesi Reklamcılık Bölümü ile birlikte 2007’den beri Effie ödülü alan 489 televizyon reklamını kadın ve erkek temsilleri bakımından mercek altına aldı.
Koordinatörlüğünü BAU Reklamcılık Bölümü Öğretim Üyeleri Dr. Gül Şener ve
Dr. Eda Öztürk ile süpervizörlüğünü Dr. Önder Yönet ve Dr. Hande Bilsel’in üstlendiği araştırmadan çıkan içler acısı sonuçlar da Kristal Elma Ödül Töreni’nde paylaşıldı.
İlk oran zaten her şeyi açıklar durumda: Reklamlardaki ana karakterlerin yüzde 65’i erkek,
Orta yerde üzeri pastalarla, keklerle, kısırlarla, böreklerle dolu bir masa. Pembeli yaldızlı, cicili bicili. 10 kişilik bir çocuk doğum günü partisi olabilir mesela.
Sonra bangır bangır çalan bir pop şarkısı eşliğinde en az sofra kadar süslü ev sahibesi giriyor içeriye. O da pembeler içinde. “Bu sabah erken uyandım, işe gitmiycem / Kahvaltımı hazırlıycam ama etmiycem / Niye biliyon mu? / Çok derdim var çok” şarkısını söyleyerek ve de oynayarak bir ‘sabah şekeri’ tadında sofranın son rötuşlarını yapıyor ve en az kendisi kadar ‘dertli’ arkadaşlarını beklemeye başlıyor.
Birazdan anlıyoruz ki sofra 10 tane çocuk için değil, üç yetişkin, etrafında olan bitene gözünü, kulağını kapama; görmeme, duymama, konuşmama ustası kadın için hazırlanmış.
Mask-Kara Tiyatrosu’nun 25’inci sezon açılışını yapan ‘Ev Yapımı?’ adlı oyunun üç kahramanı bu kadın. Belli ki eski arkadaşlar, birbirlerini eksilen ödemlerini, eklenen botokslarını anında tespit edecek kadar uzun zamandır tanıyorlar.
Üçünün de “Çok dertleri var, çok” ve bir yandan detoks sularıyla börekleri lüpletirken bir yandan da hayatlarını işgal eden önemli meseleleri paylaşacaklar. Büyük bir ‘farkındalık’, ‘kabul’ ve ‘şükran’ duygusu
Bir yerlerde hata yapıyor, bir şeyleri baştan yanlış tanımlıyoruz besbelli. Onuru mesela. Başın dik olmasını. Namusu.
Sevgiyi sonra.
Erkek çocuklarını öyle bir “kadın, eş, aile” bilgisiyle büyütüyoruz ki seven adam öldürür zannediyorlar. “Öldüresiye sevmek” diye bir şey var bizde ve inananı çok.
Erkekliği zaten hepten yanlış öğretiyoruz. Kırılgan bir sırça köşk kendisi. Pamuklara sarılması gerekiyor, aksi halde iki lafla inciniyor, incinince de silaha davranıyor. İki kere iki dört bir denklem.
Gene Meclis gündeminde kadın cinayetleri vardı bu hafta. CHP Gaziantep milletvekili İrfan Kaplan 2018 yılında katledilen kadınlarla ilgili raporu sunarak TBMM’ye yazılı soru önergesi vermişti. Kim bilir kaçıncı kez gündeme geliyor konu, aciliyetinin altı çizilerek ve hiçbir şey değişmiyor. Bilmiyorum hangi rakam koltuklardan doğrulmamızı sağlar ama, yılın şu ana kadarki bilançosu 329. Gene artık aşina olduğumuz bilgiler ama tekrarlamakta fayda var: Öldürülen kadınların yüzde 70’inin katili kocası ya da sevgilisi. Yüzde 56.8’i ateşli silahlarla, yüzde 22’si sokak, kafe, adliye önü gibi kamusal alanlarda, yüzde 17’si uzaklaştırma kararına rağmen öldürülmüş.
Özetle, gizlisi saklısı olmayan, açıktan
Çok enteresan değil mi? Bu hafta sonu çoğumuza en çok keyif veren şey, esrarengiz sanatçı Banksy’nin müzayedede satılan eserinin kendi kendini imha sahnesi oldu. Banksy, kimilerine göre büyük bir devrimci, muhalif bir sanatçı, kimilerine göre işin sansasyon yanı ağır basıyor ama sonuçta kesin
olan bir şey varsa; diyeceğini son derece kendine özgü şekillerde söylüyor ve ses getirmeyi iyi biliyor.
Bu kez de en meşhur resimlerinden Kırmızı Balonlu Kız, Londra’daki ünlü Sotheby’s Müzayede Evi’nde 1 milyon sterline satıldığı anda kendi kendisini izleyenlerin şaşkın bakışları altında şeritlere ayırdı.
Nasıl oldu bu iş? Şakacı sanatçı, zamanında kendi deyişiyle “açık artırmaya çıkarılması ihtimaline karşı” tablonun içine bir kağıt öğütücü yerleştirmiş. Satış anında, tam “saaattım!” sözünün üstüne bir uzaktan kumanda marifetiyle olsa gerek, öğütücü çalıştırıldı, resim de çerçevesinden aşağıya kayıverdi.
Banksy’nin de o sırada açık artırmayı instagram hesabından “Gidiyor, gidiyor, gitti” yazarak canlı canlı olayı izlediği anlaşılıyor. Ardından da Picasso’dan ödünç aldığı “Yok etme dürtüsü de yaratıcı bir dürtüdür” cümlesi eşliğinde dahiyane buluşunu takipçilerine tanıttı zaten.
Takipçilerde
Özellikle bizim televizyon dizileri arasında, biraz alışılmışın dışında bir absürd komedisi olunca, nasıl algılanılsın bilinemeyen, ‘Aldatmayı yüceltiyor mu n’apıyor?’ diye sorgulanan ‘Koca Koca Yalanlar’, her bölümde biraz daha oturarak ekranın en özgün projelerinden biri haline geldi. Ben, öncelikle üç benzemez kadının arkadaşlığına bayıldığım için izliyorum. Bir kere üçü de farklı şekillerde güçlü kadınlar.
Selen Uçer’in oynadığı Nilgün, evde müthiş dominant bir tip, kocasını bir bakışıyla ve elindeki bahçe makasıyla hizaya getiriyor. Herhalde yakında Şahin’inin (Ferdi Sancar) pek sadık olmadığını da fark edecek. Pelin Öztekin’in hayat verdiği Canan, zaten yalnız başına çocuk büyüten, bir de kuaför dükkanı işleten, bastığı yerden ses getiren, oturaklı bir kadın. Bir Müjgan (Evrim Alasya) vardı saf saf Ahmet’inin (Hakan Yılmaz) yalanlarını dinleyen, o da bir uyandı, pir uyandı. Şu an evliyken, özgüvenini kıran ne varsa üzerine giden, ilk defa hayatta sadece kendine güvenen bir kadına dönüşmesini izliyoruz keyifle.
Özetle, ilk günlerde yazıldığı gibi, aldatan erkekleri korumak şöyle dursun, bir hayli ‘feminist’ mesajları olan bir dizi, ‘Koca Koca Yalanlar’. Kadınlar kız kıza çıkıp
Anne Frank ve Nilgün Bodur meselesi birçok yönüyle meşgul ediyor bizi günlerdir. Kendisi anlaşıldığı kadarıyla ayrılık sonrası travmayla ilgili kendisine iyi gelen aforizmalardan kitap yapmış, o kitap da haftalardır çok satanlar listesinin üst sıralarında arzı endam etmekte. Şaşıracak bir şey yok, “Bugüne kadar hep Dostoyevski çok satardı, ne oldu da Nilgün Bodur onu tahtından etti?” diye düşünecek halimiz de yok. O raflardaki kitapları şöyle bir karıştırırsanız sayfa başına düşen sözcük sayısıyla satış rakamının ters orantılı olduğunu görürsünüz.
Burada şaşırtıcı olması gereken, kitaptaki cümlenin aynısının Anne Frank imzasıyla internette dolaşıyor olduğu ortaya çıktığında yazar ve yayınevi tarafından takınılan tutum. Ama anlaşıldığı üzere, bu da artık alışmamız gereken bir durum: Hatalı olduğun bir konu mu var, hemen alakasız cümleler kur, o arada zaman kazan ve daha karşındakiler ne dediğini anlamaya çalışırken karşı saldırıya geç. Nilgün Bodur da ilk olarak “Sözün Anne Frank’ın olduğunu bilmiyordum, anonim zannederek koydum” diye açıkladı durumu. E adınız var altında? Ona cevaben de “Kitabımın her sayfasında adım var, bu oradaki her cümlenin bana ait olduğunu göstermez” dedi