YANLIŞLARLA, korku ve endişelerle başlayıp, sevinçle bitirdiğimiz grup maçlarından sonra, 2002 Dünya Kupası’nda yarı finale kalarak son dört takım arasında yer almamız futbol dünyasında şaşkınlık ve hayranlıkla karışık bir merak uyandırdı: "Türkler buraya nasıl geldi?"
Gerçekten iyi bir soru. Özellikle kafalarındaki çelik şablonlu ön yargılardan kurtulamayan, kendi gerçeklerinin dışındaki gerçekleri yok sayan Avrupalılar, biraz geç de olsa bu soruyu sormakta haklılar. Öte yandan bizler de kendi içimizde bu başarıyı doğru analiz etmeliyiz. Türkiye her şeyden önce futbola karşı beslediği olağanüstü sevginin, gösterdiği ilginin ve özverinin sayesinde yarı finale gelmiştir. Birçok şeyden esirgeyerek haksız biçimde öz evladı futbola ayırdığı kaynakları şimdi futboldan yerine koyma sürecine girmiştir. Şenol Güneş ve ekibini içtenlikle kutlarken başarının alt yapısına uzanmalıyız
Üç büyüklere şükran duymalıyız...Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe’nin ezeli rekabeti, zaman zaman yozlaşmış olsa da, ülkenin futboldaki gelişmesinde motor işlevi görmüştür. Türkiye Ligi’nin başlaması, profesyonelliğin spor hayatımıza girmesi, üç büyüklerin öncülüğünde gerçekleşmiştir.
Onlara rahmet olsun... Gündüz Kılıç’tan Hakkı Yeten’e, Zeki Rıza’dan Metin Oktay’a, Cihat Arman’dan Şükrü Gülesin’e, büyük futbol yıldızlarımız oldu. Kulüp renklerinin üstünde bir insanlık ve spor anıtı olarak ölümsüzleştiler. Futboldaki kariyerlerini öylesine örneklerle süslediler ki, yüz binlerce genç örnek aldıkları bu idollerin rüyasıyla büyüdü.
Hocam, hocam sevgili hocam!.. Yerliyabancı tüm antrenörler bu ülkenin futboluna bir şeyler verdi. Rebii Erkal’dan Eşfak Aykaç’a, Gündüz Kılıç’tan Metin Türel’e, Tamer Güney’den Gündüz Tekin Onay’a ve ille de Sahir Gürkan’a çok şey borçluyuz. Türkiye’de antrenörlüğü kurumsallaştıran, bu adanmış hayatlara saygı göstermeliyiz. Şenol Güneş ve önceki selefleri Fatih Terim ile Mustafa Denizli, Türkiye’nin bin bir zorlukla oluşturduğu antrenör kuşağının başarılı temsilcileridir. Yolu açanları da unutmamalı.
Özal’a minnet duyalım...Teknokrat, siyasetçi, devlet adamı olarak elbette tartışılmaya devam edecektir. Ama şu gerçeği unutmayalım. Turgut Özal Türk Futbolu’nu çamurdan hiç solmayan yeşil çimene, bürokrasiden özerkliğe taşıyan adamdır. Bugünkü başarının her iki anlamda da temelini atmıştır.
Aslanın payı aslana...İç rekabetten uluslararası yarış ortamına iddia ile girip, doğru ve akıllı uygulamalarla hedefe varan ve sürekli vizyon büyüten Galatasaray’ın yarı final başarısında inkar edilemez payı var. Terim’li Galatasaray’ın UEFA başarısı, milli takımın da yolunu uzattı. Akıl almayacak menziller açtık. Kıskanılacak onurlara ulaştık. Bugün Rüştü ve Yıldıray’ı ayırın, milli takım Dünya Kupası’nda dokuz Galatasaray orjinli oyuncuyla mücadele ediyor.
Çobanlı’dan Erzik’e...UEFA ve FIFA’da onurla kazanılmış seçimler. Gurur veren hizmetler. Bu prestijin de az katkısı olmadı.
Ulusoy ve arkadaşları...Özerk federasyonun olanakları ve yetkileriyle marka özelliği taşıyan milli takıma sağladıkları destekle, Futbol Federasyonu Başkanı Haluk Ulusoy ve arkadaşları da bu başarıda her halde pay sahibidir.
Derwall’i, Piontek’i unutmayalım...Yabancı oldukları halde zaman zaman ülkemizi bizden daha çok sevdiler. Bize, futbolun gerçeğini öğrettiler.
Yaşasın medya...Affınıza sığınarak bir pay da meslektaşlarıma, içinde yer aldığım sektöre ayırıyorum. Namık Sevik’ten İslam Çupi’ye, Necmi Tanyolaç’tan Şansal Büyüka’ya tüm meslektaşlarım, uluslararası hedefleri halka ve futbol camiasına anlatmanın, bu talepleri seslendirmenin onurunu taşıyor. Medyanın bu işe ciddi kaynak ayırdığını, azımsanmayacak biçimde istihdam yaratıp, fikir ve düşünce zenginliğiyle kamuoyu oluşturduğunu kimse unutmamalı.
Sık sık eleştirip karaladığımız hakemlerimizin de hakkını yemeden yüreğimdeki sesi dile getirmek istiyorum: Futbolu da bu ülkeyi de çok seviyorum. İyi ki Japonya’dayım. Yaşadığımı hissediyorum.