BBC haberlerine takılıyor gözüm, konular dünyanın her yerinde hemen hemen aynı.
Küresel ısınmadan havaalanlarındaki yoğunluğa, pistlerin yetmemesine geliyor.
Diyorlar ki: “İngiltere, havaların en sıcak olduğu yazını yaşıyor, yine de tatile giden çok.
Eskiden en çok İspanya’ya tatile gidilirdi, bu yıl ise en çok Türkiye’ye gidiliyor.”
Televizyonun sesini biraz daha açıyorum.
Evet, Easyjet’in Bodrum, Dalaman uçakları da THY kadar dolu.
Ama buna rağmen ne oteller, ne restoranlar yeterince dolu.
Yasak olmasına rağmen birçok yerde inşaat çalışmaları devam ediyor.
“Kazandığımızda Alman’ım, ama kaybettiğimizde bir göçmenim.”
Mesut Özil, bir cümleyle özetledi durumu.
Hem Alman Milli Takımı’ndan ayrılmasına neden olan kabul edilemez davranışları hem de bu vesileyle tüm dünyada göçmenlerin daima yaşadığı sıkıntıları dile getirdi.
Çinli aktivist sanatçı Ai Weiwei’den Brezilyalı yazar Paulo Coelho’ya birçok isim Mesut Özil’in yanında yer aldı, Mesut’a destek oldu.
Ama tabii Ai Weiwei’den Paulo Coelho’ya bu değerli isimlerin takipçileri arasında Mesut’u acımasızca eleştirenler de oldu.
Dev Bodrum uçakları her saatte tıklım tıklım, havaalanından çıkışta ise herkes ayrı bir koya dağılıyor. Oteller hâlâ memnun değil, fiyatlar hâlâ çok yüksek.
Yine de çok büyük yatırımlar yapılıyor Bodrum’a, bu da hem istihdam yaratmaları açısından hem de turizme katkıda bulunmaları açısından çok değerli.
Hafta sonu Bodrum yakınlarındaki Kaplankaya Six Senses’a gitme şansım oldu.
Kaplankaya Canyon Ranch ile başlamıştı, daha sonra Canyon Ranch’in katı kuralları ve Türkiye’ye adapte olamaması nedeniyle yollar ayrıldı.
Şimdi Taylandlı Six Senses var Kaplankaya’da, sağlıklı yaşam ve spa konusunda iddialılar. Malum, dünyanın en iyi wellness ve spa otel zincirlerinden biri Six Senses.
Kaplankaya’nın özelliği ise müthiş doğası. Gösterişten uzak, doğayla iç içe.
Çevre ve sürdürülebilirlik konularında da çok hassaslar, oda anahtarları bile plastik kart değil, tahta.
Six Senses’ın içinde bulunduğu arazinin tam 7 koyu var. Bodrum’a 2 saatlik araba mesafesinde.
Kanallarda tekne turu yapmaktan, şehirde bisikletle gezintiye çıkmaktan ve tabii sonsuz yeme-içme seçeneğinden vakit bulabilirseniz, Amsterdam’a kadar gidip de kaçırmamanız gereken ne var?
Amsterdam’a kadar gelmişken mutlaka gidilmesi gereken
3 müze var: Van Gogh Müzesi, Rijksmuseum ve Stedelijk Müzesi.
Van Gogh hayranları için Van Gogh Müzesi, klasiklere düşkünler için Rijkmuseum, modern sanat ve tasarım meraklıları içinse Stedelijk Müzesi doğru adres.
Tabii bunların yanısıra Banksy eserlerinin yer aldığı Moca Müzesi de görülebilir.
Hemen yanında pırlanta müzesi ve daha ileride çanta ve cüzdan müzesi bile var.
Şaşırıyor muyuz?
Hayır.
Amsterdam’da Bungehuis binasından içeri girdiğimizde hummalı bir çalışma devam ediyor, her yerde ustalar son rötuşları yapıyor.
Onlara çarpmamaya çalışarak, yerdeki kabloların üstünden atlayarak resepsiyona ulaşıyoruz.
Akşam 200 kişilik özel bir yemek daveti olacak Soho House Amsterdam’da, şehrin kreatif kitlesinin önde gelenleriyle İngiliz ve Türk basını ağırlıklı minik bir grup katılacak yemeğe.
Hemen ertesi akşam da Soho Houseların yaratıcısı Nick Jones ev sahipliğinde 1000 kişilik dev bir parti var.
Manzaraya bakınca, “Bu akşama nasıl yetişecek her şey?” diyorsunuz, ama daha önceki tecrübelerimize dayanarak artık biliyoruz, akşama her şey mükemmel hale getirilecek, sanki sihirli bir değnek değmiş gibi.
“Tutarlıyız, her açılış öncesi böyle oluyor” deyip gülüyorlar.
Zaten açılış öncesi bu telaşlı anları paylaşmaları da kendilerine güvenlerini gösteriyor.
Artık öğrendik, Simi’deki Manos, Leros’taki Mylos ya da Mikonos’taki Nammos’tan ibaret değil Yunan adaları.
Son yılların en popüler adası Patmos.
Malum, bir yer tutturduk mu suyunu çıkarana kadar vazgeçmeyiz.
Ama artık birkaç adadan fazlasını kalkındırıyoruz, Yunan adalarında minik bir tura çıkıyoruz.
Eskiye dönüş yapıyoruz, en popülerlere değil, bir zamanlar en sevdiklerimizle ve hala sık sık gittiklerimizle devam ediyoruz.
Efsane tenisçi Rafael Nadal’ın bile elendiği turnuva Wimbledon’da gençler kategorisinde çiftlerde Türkiye’den bir tenisçinin şampiyon olması gurur verici.
Ama bir o kadar da üzücü.
Peki ama neden?
Kaçımız Yankı Erel’in adını daha önce duyduk?
Wimbledon’da gençler kategorisinde çiftlerde birinciliği kazanmasaydı, kaçımızın Türkiye’den bir tenisçinin Wimbledon’a katılmayı başardığından haberi olacaktı?
Şimdiye kadar Türkiye’den birçok tenisçiye medyada yer verildi ama doğrusu Yankı Erel hakkında şimdiye kadar çok habere rastlamadık.
Başarısını duyanlar “Yurtdışında doğmuştur, büyümüştür” dedi.
Oysa Yankı Erel, tenise 6 yaşında, doğduğu yerde, Tekirdağ’da başladı.
Kardashian-Jenner ailesi hayatımıza yeni bir kavram getirdi: Ünlü olduğu için ünlü olmak. Bu hafta ailenin 20 yaşındaki en genç üyesi Kylie Jenner’ın iş dünyasının en prestijli dergisi Forbes’a “Servetini kendi kendine kazanan en genç milyarder” sıfatıyla kapak olması hepimize kapak mı yoksa?
70’lerde insanlar ürettikleri sayesinde konuşulurdu. Önce çalışır ve üretir, sonra ortaya çıkardı. Artık durum farklı: Önce şöhret oluyorsun, sonra mesleğine karar veriyorsun. Şöhret kültürü, gereğinden daha fazla büyüdü. İyice şişti. Her şöhret, kendi parodisini yaratmaya başladı. Vasata tapmak, insanı fark etmeden uyuşturur. Gittikçe uyuşan toplumlar, taklitlerle yetinmeye başlar. Taklidi hazmetmek kolaydır çünkü. Kafa yorman ve üzerinde çok da düşünmen gerekmez. Kullan-at, bas like’ı geç... Taklit taklidi doğurdu, bu döngü birkaç kez tekrarlandı, taklidin de taklidi derken sonunda Kardashian doğdu. Anlamıyorum ben bu Kardashian’ları. Anlamak da istemiyorum sanırım. Üzerine düşünecek, konuşacak kadar mühim bulmuyorum” diye zamanın ruhunu özetledi Studio 54’ün ve Edition otellerin kurucusu Ian Schrager, Ali Tufan Koç’a verdiği röportajda.
Mark Zuckerberg’den sonra tek isim
Oysa geçen yıl