Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Adam uçuruma yuvarlanmış. Son anda kenardaki bir dal parçasına tutunmuş.
"- Kimse yok mu?.." diye bağırmaya başlamış.
Dakikalar geçmiş, ne gelen var, ne duyan... Kolunda derman tükenirken birden gökyüzü yarılmış ve Cebrail görünmüş yıldırımlar arasından:
"- Korkma, atla evladım" diye gürlemiş, "Bir şey olmayacak".
Zavallı adam, bir Cebrail'e bakmış, bir de uçurumun dibine, çaresizce yeniden bağırmış:
"- Başka kimse yok mu?.."
* * *
Düştüğü krizde yardım için Batı kapısını çalan Türkiye binbir koşul buluyor karşısında...
IMF, kredi vermek için programa destek taahhüdü istiyor.
Avrupa Birliği, üyelik için Kopenhag kriterlerini dayatıyor.
Avrupa Konseyi, "İdamı kaldırmazsan vize yok" diyor.
Ve uçuruma yuvarlanan Türkiye, hala Cebrail görmüş gibi davranıyor. Kendini toparlayacağına, aşağı düşmemek için aşağılanmaya razı oluyor. Maalesef "Başka da kimse yok" yardıma koşabilecek.
* * *
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı (AİHM) Luzius Wildhaber ve heyeti de bugünlerde bu tür bir misyonla Ankara'da.
AİHM, Türkiye yurttaşlarının hükümet aleyhine açtığı şikayet davalarından kilitlenmiş durumda.
Şimdi mahkeme yetkilileri, Yargıtay'a ve Anayasa Mahkemesi'ne "Dosyaları bize gelmeden burada çözmeye çalışın" diyor.
Türkiye, altına imza attığı uluslararası sözleşmelerle ulusal mevzuatı arasında sıkıştı. Mahkemeler, özellikle de DGM'ler mevcut yasalara göre karar veriyor. Bu yasaların Türkiye'nin de kabul ettiği evrensel sözleşmelere uygunluğunu sınamak Yargıtay'a düşüyor.
Diyelim ifade özgürlüğüne ilişkin bir davada DGM, sadece "içerik"te suç olup olmadığına bakıyor. Oysa evrensel hukuk artık suç unsurunu "içerik"te değil, "sonuç"ta arıyor. Yani "söz ya da yazı, şiddeti, ayaklanmayı tahrik etmiş mi", ona bakıyor. Sonuç yoksa, içeriği cezalandırmıyor.
İşte AİHM yetkilileri şimdi Ankara hakimlerine bu anlayış farklılığını anlatıyorlar. "Bu tür davalarda takdir yetkinizi kullanın. Hem bizim, hem ülkenizin işini kolaylaştırın" mesajı veriyorlar.
* * *
Tabii işin kalıcı çözümü, mevzuat değişikliğinden, yani anti - demokratik yasaların bir an önce temizlenmesinden geçiyor.
Bu sürecin ağır işlemesi, Türkiye'ye pahalıya mal oluyor.
Örneğin kamulaştırılan arazilerin istimlak bedellerinin geciktirilmeden ödenmesine dair yasa, ancak Türkiye milyonlarca dolar tazminat ödedikten sonra çıkarılabildi.
Güneydoğu'da köylerinden zorunlu göç ettirilenlere tazminat ödenmesine ilişkin yasa 2 yıldır çıkarılamadığından göçenler AİHM'ye başvurup tazminatlarını bu yolla almaya devam ediyorlar.
Gecikmenin faturasını hep birlikte cepten ödüyoruz.
* * *
Durum, geçenlerde mini eteğiyle Fazilet Partisi'ni ziyaret eden Avrupalı kadın parlamenterin fotoğrafına benziyor biraz...
Avrupa, kendi "norm"larıyla kapıya dayanıyor.
Türkler, "Bu bize uymaz" diye bakışlarını kaçırıyor.
Aynı mekanda oturup farklı yönlere bakıyoruz. O yüzden de bir türlü anlaşamıyoruz.
Oysa evrensel ilke burada da geçerli:
"İçerik" değil, "tahrik" edip etmediği önemli...
Yaratıyorsa da artık "içeriği" değil, her tür açılımdan "tahrik olan kafaları" değiştirmek gerekmiyor mu?