Askerlerce "gayrimeşru" sayılan ANAP kongresinde Mesut Yılmaz "Önümüzde iki yol var" demişti:
"Ya çağdaş dünyayla yürüyeceğiz, ya Saddam'ın yolundan gideceğiz."
Cevap çabuk geldi:
"B" şıkkı...
* * *
Genelkurmay'ın ikide bir Başbakan Yardımcı'sını alenen fırçaladığı Türkiye, az gelişmiş bir Ortadoğu ülkesine benziyor.
"Çağdaş dünya"nın hiçbir köşesinde böyle tuhaflık olmaz. Başbakan Yardımcısı durup durup askerden yakınmaz. Memurlar, amirlerine üç ayda bir muhtıra kokulu bildirilerle cevap yetiştirmez.
Çünkü bilinir ki, askerler ve siviller, güvenlik ve özgürlükler konusunda çatışmaya girerse bundan dördü de zarar görür.
Nitekim sonuç bu olmuştur:
Yılmaz, züccaciyeci dükkanına dalan telaşlı bir fil gibi kırıp dökmüş, Genelkurmay bütün demokratik teamülleri hiçe sayan açıklamasıyla Yılmaz'ın haklılığına açık bir kanıt sunmuştur.
Şimdi istikrar beklenen Türk siyasetinde tablo şudur:
Cumhurbaşkanı Başbakan'la kavgalıdır; Başbakan, Başbakan Yardımcısı'yla; Başbakan Yardımcısı Genelkurmay Başkanı'yla; Genelkurmay Başkanı bilumum siyasi kadrolarla...
* * *
Genelkurmay'ın Yılmaz'la yetinmeyip gelmiş geçmiş tüm siyasileri ve ekonomik teslimiyetçilikten siyasi istikrarsızlığa, soygun düzeninden ahlaki aşınmaya kadar bir dizi defoyu hedef alması önemli...
Soğuk savaş döneminin caydırıcılık stratejileriyle yetişmiş komutanlar ANAP liderini yanıtlamak için 3 gün beklediler. Bu süre içinde Yılmaz'ın açtığı tartışmanın muhalefette ve basında yayıldığını gördüler. Bunun üzerine de - Ecevit'in açıklamasını yeterli bulmayıp - "topyekün mukabele" stratejisiyle bütün sistemi yargılayan aşırı bir tepki gösterdiler.
Ünlü bir deyişi duruma uyarlarsak anlaşıldı ki, "Sadece Yılmaz'ın değil, tüm muhaliflerin yumruk sallama özgürlüğü, askerlerinin burunlarının durduğu yerle sınırlıdır".
* * *
Peki aynı stratejik hesabı Yılmaz da yapamaz mıydı? Tartışmanın zamanını, zeminini, üslubunu, muhalif ve yandaşlarını doğru hesaplayıp daha sağlam bir çıkış yapamaz mıydı?
Herkesin tribüne oynadığı bu dramada bu kadar hassas bir konunun biraz daha ciddiyetle ve kırıp dökmeden tartışılmasını beklemek hakkımız değil mi?
Biri için diğerinden vazgeçmeden, hem ulusal güvenliği, hem kişisel özgürlükleri garantiye almanın bir yolunu bulamaz mıyız?
İktidar ortağı olarak bunun mekanizmalarını düşünmek ve Meclis'e getirmek yerine uluorta meydan okumanın, fırça yedikten sonra da "Laiklik ve bölücülük konusunda ben de asker kadar hassasım" demenin alemi var mı?
* * *
Ayyaş yalpalayarak bara dalmış ve ortalığa bağırmış:
"- Var mı ulan bana yan bakan?.."
İri yarı bir çam yarması ayağa kalkıp ayyaşa yukardan bakmış:
"- Bir şey mi sordun" diye gürlemiş.
Ürpermiş ayyaş... Çam yarmasının arkasına geçip oradan bağırmış bu kez:
"- Var mı ulan abimle ikimize yan bakan?.."
Yılmaz, bu kadar önemli bir çıkış yapıp, tepkiyi görünce "Ben de hassasım. Yarın televizyona çıkıp anlatırım" diyerek yeni bir fiyaskoya imza attı. Ne yazık ki, tarihi önemi olan bir konu da, o konuyu gündeme getirenin kişiliğine kurban gitti.
Dileriz ekranda söyleyecekleri, herkes için hayırlı olur.
Ama hatırlatmakta yarar var:
Siyasi tarih tanıktır ki, zamanında istifa istemeyi beceremeyenler bir gün istifa vermeye mecbur kalırlar.