Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Bir salon dolusu liseli gence Campenella'nın "Güneş Ülkesi"nden söz ettim geçen hafta.
Gençler bedbin ve ümitsizdi, yalnızlıktan yakınıyorlardı, anlaşılmamaktan, adam yerine konmamaktan...
Güneşin gecikeceğinden, belki hiç gelmeyeceğinden, görmeye ömürlerinin yetmeyeceğinden korkuyorlardı.
Campenella hiç öyle hissetmemişti oysa...
İlk kitabını 22'sinde yazmış, büyücülükle suçlanmış, engizisyon zindanlarında sivri kazıklarda sallandırılmıştı.
Rahipler nedamet getirmesini istedikçe o, atıldığı kör çukurdan "Ben, doğacak yeni sabahların çan sesiyim" diye haykırmıştı inatla...
Ve o karanlıktan insanlığa, zorbalığın kardeşlikle yer değiştirdiği "Güneş Ülkesi" ütopyasını hediye etmişti.
* * *
İstikbalden umudu kesmiş genç dostlara bir ipucu verdim:
"Ben ne zaman kendimi yalnız hissetsem tarihe sığınırım" dedim;
"Devasa bir yalnızlar kulübüdür tarih... Nice mucit, nice kaşif, nice bilgin, nice filozof, 'deli' diye, 'şeytan' diye, 'hain' diye karalanmış, kah alaycı kahkahalar, kah öfkeli kırbaçlarla kilitlenmiştir yalnızlığa...
Gel gör ki, sonunda tarihi yazan - ve yazılan - onlar olmuştur.
İnsanlık, onların icat ettiği araçlarla, onların keşfettiği diyarlara yolculuk etmiş, onların şiirleriyle aşık olup, onların kitaplarıyla uyanmıştır asırlık uykusundan...
Size
'hayalperest' dendiğinde, hayat kimsesiz göründüğünde, dünya hoyratça üstünüze yüklendiğinde, tarihe koşun.
Asıl aileniz oradadır".
* * *
"Büyük adam, kucağında yaşadığı toplumun üvey evladıdır"
der Cemil Meriç; "O, yarınki, ötelerdeki bir toplumun çocuğudur".
Dünden miras kalan nice oğullarımız, kızlarımız var bugün...
Ve çevremizde kimbilir ne çok üvey evlat, istikbalin döl yatağında doğum için sıra bekliyor.
Yalnız tarih kitapları değil, taşlaşmış çehrelerle dünyayı süzen heykeller de tarihin hakbilirliğini kanıtlıyor.
Bakmayın bugün, yazarlarından çok soytarılarıyla iftihar eden, filozoflarından çok gözbağcılarını ihya eden, varolanları değil varlıklı olanları baştacı eden bir toprakta yaşadığımıza...
Dünden bugüne hangi soytarı, hangi gözbağcı, hangi varlıklı kaldı ki; bugünküler yarına kalsın...
* * *
Nasıl tam da şimdilerde mel'un bir kıştan arta kalan bu bulutu gri sabahları, bu ışıksız nemrut suratları, bu çatık kaşlı yılgın satırları söküp atacak bir güneşin eninde sonunda geleceğine inanıyorsak...
Nasıl sabah, göz kapaklarımızda onun ılık busesiyle uyanmayı, başucumuzda alevden saçlarıyla okşanmayı, tenimizde sıcak temasıyla sarmalanmayı özlüyorsak...
Nasıl sarılacak dal arayan biçare ellerimizden tutsun, bizi sevdalı meltemlerin sırtına atıp aydınlık diyarlara taşısın istiyorsak...
Nasılsa katran karası bir ümitsizliği, ümidin safran sarısı ışıklarıyla süpüreceğini, yüreklerimizin kabuğunu, aklımızın zincirini çözeceğini biliyorsak...
İşte öylesine bir inançla özlüyor, istiyor, bekliyoruz zorbalığın tahtına kardeşliği oturtacak "Güneş Ülkesi"ni...
Her yılgınlıkta tarihe kulak kabartıyor ve onun dipsiz kuyularında can çekişen evlatlarından, yarın doğacak ışıklı sabahların çan sesini duyuyoruz.