Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

İstanbul’da sele kapılıp kaybolan temizlik işçisinin kızı NTV’de...
Üzgün, ama tevekkülle konuşuyor.
Önce büyük ihmal olduğunu, bir canın bu kadar ucuz olmaması gerektiğini söylüyor. Sonra ekliyor:
“Pis bir suyun altında saatlerce can çekişerek öldü. Kötü bir ölüm şekli... Yaşasa iyi olurdu. Ama nasip değilmiş. Kader... Bir şey diyemiyorum.”
“Devletten bir talebiniz var mı?” diye üsteliyor muhabir:
“Hiçbir şey istemiyoruz” diyor genç kız:
“Yeter ki, cesedi çıkarılsın. Bir tören yapılsın. Cenazesi kalksın.”
* * *
Umudun, sabrın tükendiği yerde tevekkül giriyor devreye...
“Takdir-i ilahi”ye, “ezelden ebede hayır ve şerrin Allah katında malum olduğuna” inanmak acıları hafifletiyor; dayanmayı kolaylaştırıyor.
Bu, anlaşılabilir bir şey...
Ama bu iman, aynı zamanda yönetmeyi de kolaylaştırıyor.
Çünkü ihmalin hesabını sorumlusundan sormaya gücü yetmeyenler, faturayı alınyazısına kesiyor.
“Mukadderat”, denince akan (pis) sular duruyor.
İnsan canını ucuzlatan eller kader çeşmesinde yıkanıyor.
30 işçinin canına mal olan maden göçüğünden sonra ne demişti Başbakan:
“Maalesef bu işin kaderinde bu var.”
Karşı çıkanlar oldu. Başbakan onları inançsızlıkla suçladı:
“Senin kazaya, kadere inancın yoksa o ayrı mesele... Onu git Diyanet İşleri Başkanı ile konuş.”
* * *
Başbakan “kader” karşısında aciz olduğuna göre, onun muhatap gösterdiği Diyanet İşleri Başkanı’na sormak isterim:
Neden aynı maden kazası Almanya’da olunca hiç can kaybı olmuyor da “yazgı”, Türkiye’de 30 canı alıyor?
Türkiye’nin ölümlü maden kazalarında Avrupa birincisi olması da alınyazısı mı?
Maden ocaklarının girişinde bile “Önce tedbir, sonra tevekkül” yazarken Başbakan neden tevekkülü tedbirin önüne koyuyor?
Niçin Stokholm’deki yağmurda bir tek belediye işçisi boğulmuyor da İstanbul’daki işçiye boğulmak “nasip” oluyor?
Peki Mavi Marmara’da öldürülenler de “kader mahkûmu” mu?
Öyleyse son anda AKP milletvekillerini gemiden indiren irade, neden “kader”e müdahale ediyor?
İsrail’e karşı sivil direnişin “fıtratında” da ölüm var mı?
Varsa neden orada Başbakan Diyanet’le görüşmüyor da Birleşmiş Milletler’e gidiyor?
Başbakan’ı dinleyip kadere boyun eğersek, ömür boyu sularda, ocaklarda, sandıklarda boğulup gitmez miyiz?
Hem neden bu “kader”, az okuyanı çok, çok okuyanı az etkiliyor?
Neden toplumların gelir seviyesi yükseldikçe işleri kadere yıkma eğilimi de azalıyor?
* * *
ABD Savunma Bakanı “Avrupa’nın Türkiye ile bağlarını artırmadaki isteksizliği Ankara’yı Doğu’ya itti” dedi dün...
Doğrusu ben “Doğu’ya itilmeyi”, Brüksel’in isteksizliğiyle, Ankara’nın İsrail’e öfkelenmesiyle, Hamas’ı sahiplenmesiyle, İran’ı desteklemesiyle ilişkilendirmiyorum.
“Doğu”, aklın karşısına kaderin, bilginin karşısına inancın, fikrin karşısına baskının, sorgulamanın karşısına boyun eğişin dikildiği coğrafya...
“Kader”, en çok bu topraklarda hükmediyor.
O yüzden ben, yüzlerin Doğu’ya döndüğünü, asıl bu mevzularda hissediyorum.
Dış politika kolay değişir de; ihmalde babasını yitiren bir evlat ne zaman “nasip” diye sineye çekmek yerine hesap sorar?
Bunu da Diyanet’e mi soralım?