Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Okurlardan gelen mesajlara cevap yazamasam da hepsini okuyorum. Hatta yıllık klasörlerde saklıyorum.
Bazen tepki vardır o mesajlarda, bazen tebrik...
Bir talep ya da çığlık...
Geçen yılsonu gelen mesajda öyle bir çığlık vardı:
“Derin mi derin bir aşk acısı çekiyorum Can abi... Yardım!” diye başlıyordu coşkulu satırlarına...
İzmirli bir kızın mektubuydu...
Mardinli bir oğlana tutulmuştu.
Batılıyla Doğulunun yolları, ortada, Ankara’da kesişmişti.
İkisi de Dil-Tarih’te öğrenciydi.
Ama “gençlere aşk bile yasak”tı; “hele böylesine...”
Yani bir Türkün bir Kürde...
* * *
21. yüzyıldan bir “Romeo-Jüliet öyküsü”ydü sanki...
İzmirli kız, sevdasını hangi arkadaşına anlatsa tepki görmüştü:
“Bir araya gelseniz de yürümez bu iş” demişti biri...
“Normal zamanda belki olurdu; ama şimdi terör var” diye eklemişti diğeri...
Akranları, ebeveyn gibi konuşmaya başlamıştı.
Daha da kötüsü, sevdiği genç de öyle konuşur olmuştu:
“Bizim buralar çöldür. Gönül çatlakları, hiçbir denizin dolduramayacağı kadar derin... Aman, senin denizin benim çölümde boğulmasın.”
Diyordu ki İzmirli kız:
“En azından sizin köşenizde ona kavuşabilmek, ‘İzmir’in Kavakları’ndan, ‘Mardin Kapı Şen Olur’a bir köprü kurabilmek istiyorum. Bu insanlık ayıbının son bulmasını diliyorum.”
Geçen yaz “Kalp açılımı” başlıklı bir yazıda değinmiştim bu mektuba...
“Kürt açılımında kalp açılımı da yol haritasının bir parçası” demiştim:
“Yürekler açılmadan paketler, barajlar, köprüler açsak da nafile...”
* * *
2 hafta önce, yeni bir mektup geldi İzmirli kızdan...
İlk coşkunun yerini yılgınlık almıştı.
Üstelik o yazdığında, hemşerileri, sevdiğinin bölgesinden gelenlere taş yağdırmamıştı henüz...
“Yazdığınız öykünün sonunu merak edersiniz belki” diyordu İzmirli kız...
Sevdasının başlamadan bittiğini yazıyordu:
“Karşılıksız aşk olsa ‘kader’ derdim. Ama bu başka... Bu, benim de kişisel tarihime geçecek tarihsel bir acı...”
“Ayrı dünyaların insanları”nın aşklarının bitme nedeni ne oğlanın ailesinin itirazı, ne kızın eve dönmek zorunda kalması...
Daha da acısı...
Oğlan, yazın gittiği Mardin’den bambaşka biri olarak dönmüş. Türklerden nefret eder olmuş. “Çocuğum olursa Türkçe öğretmeyeceğim” diyecek raddeye gelmiş.
İzmirli kızdan köşe bucak kaçmaya başlamış.
“Tarihsel acılar yanında bu gönül konusu boş kaçıyor”muş.
“Mardin’den dönen, o sevdiğim adam değildi” diye yazıyordu İzmirli kız:
“O kırmamak için kırılan kibar insan gitmiş, acılı, öfkeli, kırıcı bir insan gelmiş. Onun öfkesi bana da yansıdı. Bu ülkede onu bana, beni ona bu kadar yabancı, bu kadar uzak kılanların gelmişine geçmişine sövmek geliyor içimden... Daha ne kadar bölünebilirdik ki?”
* * *
Teorik düzeyde tartışıp durduğumuz meselenin “yüreklere işleyen” böyle bir yanı var.
Bizi bize düşman eden, kız alıp vermez, birbirine gönül veremez hale getiren, denizleri çölleşmiş gönüllerin çatlaklarında tüketen bir husumet dalgası...
Dünkü yazımı Nietzsche’den bir alıntıyla bitirmiştim.
Bugün de İzmirli kıza, üstadın Zerdüşt’ünden iki cümle yollamak isterim:
“İnsan, kirli bir nehirdir. Kirli bir nehri kirlenmeden içine alabilmen için, deniz olman gerekir.”