Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Ağabeyimiz Hasan Cemal'in önceki günkü yazısını Çin'in batısındaki Şian kentinde okudum.
Belki de o, çileli Anadolu yollarını arşınlarken, biz görkemli Çin kıtasını turalıyoruz diye öyle bir ayrıntı yazdı ki, Çin izlenimlerini yazı dizisine bırakıp buralardan 2 yıllık bir dosyayı açmak gerekti.
Yazısını okumuşsunuzdur; ben yine de kendi notlarımdan aktarayım:

* * *

Ecevit'in Hindistan gezisindeydik.
Ağır bir geziydi.
Sağlığının iyi olmadığı bilinen Başbakan, 40 derecede kavrulan bir ülkeye gidiyordu.
Geziden önce "Hinduizmin Ecevit'in yaşamındaki yeri" üzerine bir araştırma dizisi kaleme almıştım.
Yeni Delhi'deki resmi temaslardan sonra Taç Mahal'e gitmek üzere uçağa bindik.
Ecevitler uçağın ön bölümünde oturuyorlardı.
Elimizde Bülent Ecevit'in çevirdiği Tagore'un kitabı vardı.
Yanımda oturan Hasan Ağabey'e, kitabı "tercümanı"na imzalatmaya gideceğimi söyledim; "Benimkini de imzalat" dedi.
Yanına gittiğimde Ecevit'i bitap halde buldum.
Cehennem sıcağı altında gezinin Yeni Delhi durağını zor tamamlayabilmiş, rengi solmuş, yüzü çökmüştü.
Yazı dizimi çok beğendiğini söyledi. Özel bilgilere nasıl ulaştığımı sordu. "Psikoloji tahsiliniz var mı" dedi.
İmza ricasıyla kitapları uzattım.
Çok yorgun olmasına rağmen kırmak istemedi; kitabın kapağını açtı ve sağ elinin parmaklarını kalem taşırmış gibi hareket ettirdi.
Oysa elinde kalem yoktu.
Hemen kalemimi uzattım.
Onunla kitabın ilk sayfasını "karaladı".
Üzüntüyle yerime döndüm.
Yanımda oturan Mehmet Yılmaz ve Hasan Cemal, yüzümdeki şaşkın ifadeden bir şeyler olduğunu anlamışlardı.
Olan "şey"i anlattım.
Onlar da üzüldüler.
Ama bunu yazmadık.

* * *

Niye?
Önceki günkü Hürriyet'te Serdar Turgut, özeleştiri içeren bir yazıda bunu soruyordu:
"Olan biteni bildiğimiz halde niye yazmamış, gerektiği kadar itirazımızı yükseltmemiştik?"
Bu zor soruya benim basit bir cevabım var:
"Çünkü insanız!"
Bize okulda ve meslek içinde öğretilen gazetecilik kuralları, kamunun haber alma hakkını her şeyin üstünde tutmamızı tembihlese de o "her şey"in içine, habere konu olanların mahremiyetini ve zaaflarını sokamayacak kadar insanız.
"Konu", başbakan bile olsa...

* * *

Ecevit'in sağlığı, kamu görevlileri ve doktorlar gibi biz gazetecileri de ciddi etik sorularla baş başa bıraktı.
Bizim görevimiz, duygu, düşünce ve inançlarımızdan külliyen azade olup "her ne olursa ve her ne pahasına olursa olsun" haberi, "bilme hakkı"na sahip olan "kamu"ya iletmek midir?
Yoksa her haberci, her gün, önüne gelen her haberde, mesleğiyle kişiliğinin o kavgalı değirmeninde yeniden öğütülerek mi pişecektir?
2 sene sonra meslekte çeyrek asrını kutlayacak bir gazeteci sıfatıyla yazacağım, ustalarımız yadırgamaz umarım:
Ben, elim kalem tuttuğundan beri, her daim, meslek ilkelerinden önce, kalbimin sesini dinledim.
Ve o ses bana "İnsanların zaaflarıyla oynama" diyordu.
Bu sayede haberi vermenin, itirazımı dillendirmenin daha insani yollarını keşfettim.
Hiç de pişman değilim.