Ali Taygun’la Yıldız Sertel’i peş peşe yitirdiğimiz bu hafta, onlara sakıncalı anılarıyla veda etmek istedim
10 yıl önce yine bir aralık günü Amerikan Başkanı Bill Clinton AGİT zirvesi için Türkiye’ye geldiğinde, “Lirik Tarih” gösterisini izlemiş ve ayakta alkışlamıştı.
Cumhurbaşkanı Demirel, zirveyi Mehmet Akif dizeleriyle açmış, Nazım Hikmet dizeleriyle kapatmıştı. İkisi de bu toprakların yasaklı şairleriydi.
Yıllar sonra öğreniyorum ki, ayakta alkışlanan gösterinin sanat yönetmeni de sakıncalıymış. Ali Taygun’un da polisle başı beladaymış.
“Lirik Tarih”in hangi koşullarda hazırlandığını hocam Prof. Dr. Gürel Tüzün’den öğrendim geçen hafta...
İlk gösteri, 1996 Haziran’ında İstanbul’daki BM HABİTAT Konferansı için hazırlanmıştı.
Prof. Tüzün o dönem projede ev sahibi ülke koordinatörüydü.
Ali Taygun, Yekta Kara ile birlikte gösteriyi kısa zamanda mükemmelen yetiştirmeye çalışıyordu.
Toplantının yapılacağı Lütfi Kırdar Kongre Merkezi ile gösterinin yapılacağı Açıkhava Tiyatrosu’nu içine alan bölge, Birleşmiş Milletler denetimine alınmıştı. Oraya İstanbul Emniyeti ile BM güvenliğinin vereceği kimlik kartları ile girilip çıkılabiliyordu.
Gece gündüz açılış töreni için hazırlanan Ali Taygun için de kimlik başvurusu yapıldı. Ama... Emniyet’ten “sakıncalıdır” raporu geldi.
Hem zulmet hem alkışlat
Türkiye adına, dünya liderlerine sunulacak gösteriyi hazırlayan adam, güvenlik soruşturmasına takılmıştı. Çünkü 12 Eylül döneminde Barış Derneği davasında yargılanmıştı. Emniyet’i aradılar. Barikatı aşamadılar.
BM güvenliğinden yardım istendi. Taygun’a özel kimlik kartı çıkarıldı. Ve dev gösteri bu sayede hazırlandı.
Bizi dünyaya iyi tanıtması beklenen projeyi hazırlayan ismin, devlet katında iyi tanınmaması tuhaf bir çelişki değil mi?
Ya devletin, kimlik vermediği yönetmenin hazırladığı gösteride dünya liderlerini, yıllar yılı zulmettiği şairlerle selamlaması?
Geçen hafta yitirdiğimiz Ali Taygun’a duygulu veda mesajları yayımlayanlar işin bu boyutunu düşünmüşler midir acaba?
Utanmışlar mıdır?
Türkiyeliliğin ağır bedeli
Geçen hafta Ali Taygun’dan hemen sonra Yıldız Sertel’i kaybettik.
O da düşünen, yazan bir babaya sahip olmanın bedelini ödeye ödeye büyümüştü.
“Babası hapisteymiş” fiskosları ile...
Demir parmaklık arkasında bir baba ve o mahkemeden bu mahkemeye koşturan bir anne ile...
Evin karşısındaki otelin odasından sürekli kendilerini gözetleyen bir göz ile...
Karşıdaki ağaçlıkların altında akşama kadar oturan ayakkabı boyacısının gözetimi ve nereye gitseler peşlerine takılan istihbarat görevlisinin takibi altında...
Evde de sürekli “Sabahattin Ali’yi kim öldürdü acaba? Şimdi sıra kimde” sohbetleri dinleyerek...
Bütün bunları bırakıp yurtdışına okumaya gittiğinde binbir emekle kurdukları Tan matbaasının yağmalandığını, anne babasının canını zor kurtardığını haber alarak...
Türkiye’den ayrılmak
“Ardımdaki Yıllar”, adını verdiği anılarında (İletişim, 2001), Nazım’ı Türkiye’de son kez gördüğü sahneyi anlatır Yıldız Sertel...
Moda Caddesi’nde karşılaşırlar. Karşı kaldırımdaki Nazım’ın yanında Münevver vardır. Muhakkak ki takip altındadır. O yüzden Yıldız’ı görmezden gelir. Ama Yıldız hemen karşıya geçip onlarla selamlaşır.
“-Baban ne düşünüyor?” diye sorar Nazım...
“-Türkiye’den ayrılmayı...” diye fısıldar Yıldız...
“- Doğru düşünüyor. Elimde olsa ben de aynı şeyi yaparım” der Nazım...
Bir süre sonra kendisi de dönüşü olmayan bir sürgüne kaçacaktır.
Zekeriya Sertel’e ise devlet, dönüş izni vermek için Nazım’ı küçük düşürecek bir kitap yazmasını önerecektir.
Özay Şendir
‘Diyalektik bir şey’ olarak Lozan tartışması...
16 Mayıs 2025
Abbas Güçlü
Sosyolojik hatalar!
16 Mayıs 2025
Zafer Şahin
Sanatçılar ‘Terörsüz Türkiye’ istemiyor mu?
16 Mayıs 2025
Abdullah Karakuş
Krizler, görüşmeler ve sonuçları
16 Mayıs 2025
Güldener Sonumut
İttifak’ta görüş ayrılığı çıkmadı
16 Mayıs 2025