Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Kızıyorsunuz onlara...! Kiminin koltuk tutkusuna, kiminin beslendiği ele saldırmasına...
Ama ibretle izlediğimiz bu vodvilin içinde ne çok biz varız, farkında mısınız?
Tepemizdekilerde lanet okuyup küfrettiğimiz şeylere ne de çok rastlıyoruz gündelik hayatımızda...
Kocalarını herkesten ve her şeyden kıskanan kadınlar, kocasını herkesten ve her şeyden kıskanan kadını yerden yere çalıyor.
Bulduğu en küçük iktidar parçasına yapışıp ömür boyu tutunmak için çırpınanlar, bir sınıf başkanlığından, bir apartman yöneticiliğinden kopamayanlar, kariyerini mezarda noktalamaya baş koyanlar, kahve sohbetlerinde iktidar hırsına lanet yağdırıyor.
"Siyaset Bizans’a döndü" diye yakınıyor, bütün hayatını bir entrikalar labirentinde tüketmiş olanlar...
***
Buna psikolojide "Yansıtma" deniliyor.
"Kişinin beğenmediği huylarını başkalarına atfederek kendini bunların farkına varmaktan koruduğu bir savunma mekanizması..."
"Gözü dönmüş ihtirasöla, "göz kırpmadan ihanet"e sadece zirvedeki tepişmelerde mi rastlanıyor?
Az mı görüyoruz çevremizde ölesiye sadakatin ardına sinsice gizlenmiş nefreti...?
Yıllarca baktığı annesini diri diri betona gömen çocuk haberleri neyin nesi?..
Zoraki bir ilginin, giderek zaruri bir itaate, sonra da içten içe kabaran bir öfkeye dönüşmesi, ilişkilerin kanını zehirlemesi...
Dışarıdan çok uyumlu görünen birlikteliklerin birdenbire gümbür gümbür çöküvermesi...
Diyelim evde, içeridekilerin, huzursuzluğu dışarı sızdırmamak, uyum makyajını akıtmamak uğruna, gözyaşını içine akıtması...
Diyelim işte, koltuk uğruna, ekmek uğruna, aforoz edilme korkusuyla her türlü eziyetin sessizce kabullenilip alkışlanması...
Şirket çöker, lider düşer gibi olduğunda ilk çelmeyi takanların, en sadık itaatkarlar olması...
...tanımadığınız şeyler mi?
***
Ah hele o içimizden lanet okuduğumuzun yüzüne övgü düzmenin, nefretle doluyken karşısında saygıyla ceket iliklemenin, itirazı göze alamadan boyun eğmenin utandıran kamburu...
Sevildiğimizi, vazgeçilmezliğimizi kendimize ve çevreye kanıtlamak için o zaman zaman gider gibi yapmalarımız...
Dışarıda hepten kimsesiz kalma korkusuyla bir türlü kapıyı çarpıp çıkamamanın, son ana kadar beklemenin o dayanılmaz ağırlığı...
Gün boyu suskun bir telefona bakarak ahizeden yankılanacak bir "Gitme kal" lafına kulak kabartmalarımız...
O telefon gelmeyince "Ben zaten..." diye başlayan buruk böbürlenmelerimiz...
Terk edilenin "Halbuki ben de tam..." diye başlayan gecikmiş pişmanlıkları...
Ne ondan, ne bundan vazgeçebilişimiz...
Evde kalmakla risk almak arasında sıkışıp kalan o kahrolası hesaplılığımız...
Narsistliğimiz, çocuksuluğumuz, entrikacılığımız...
...bilmediğimiz huylar mı?
***
Siz de biliyorsunuz; hayretle izlediğimiz bu vodvilin ilhamı biziz.
Çoğu zaman kendi günahlarımızı, başkalarını taşlayarak gizleriz.
NOT:
Son günlerde ne olup bittiğini anlamakta zorlanan okurlara, dün yitirdiğimiz "şiiri kara" bir ulu ozana, Ece Ayhan’a kulak vermelerini tavsiye ederim:
"1. Bir sadrazam ölmüş; faytonu yokuş aşağı Sirkeci’ye götürülüyor eller üzerinde. Kara bir gemiyle Eyüp Sultan’a gömülecektir.
"2. Yerine atanan bir istimbot da rıhtıma yanaşmış sarı şeritli ak. Yukarı hükümete iktidara çıkıyor.
3. İki alay karşılaşır yol ortasında. Bir gelgit. Ağır ve sert bakarlar birbirlerine durmak eylemi."