Geride bıraktığımız yılın bizcileyin kahramanıydı Rıza... Heybesinde ümit, midesinde simitle, varsıl bir kostümün içinde kendi yoksulluğunu yaşayan, zoraki bir Noel Baba...
Yüzünde bir gülümseme; buruk...
Üstünde bir kıyafet; savruk...
İçinde bir adam: kavruk...
* * *
“Hüzünlü şarkılar gibi güzel”di “Neşeli Hayat”...
Kahramanı bizdendi:
Batılı giysiler içinde kıt kanaat geçinen bir Doğulu...
Parlak vitrinler önünde soluk gezinen bir gecekondulu...
Selamet vaadiyle kandırılıp “saadet zinciri”ne vurulmuş bir hayat yorgunu...
Ne kadar itilip kakılsa, aşağılarda darlansa da, yaşamaktan yılmamış mahallemizin “Rıza Şenyurt”u...
* * *
Gıptayla dolaştığımız alışveriş merkezlerine hiç benzemeyen, oraların ışığıyla bile renklenmeyen sıradan hayatlarımızı izledik Rıza’nın macerasında...
Ama o sıradanlığın içinde bile isteyince nasıl kahramanlaşabildiğimizi gördük.
Her şeyin ters gittiği ve bir daha hiç düzelmeyeceğini sandığımız anda...
Zar zor, ite kaka, “rıza”sız ya da kendi “rıza”mızla...
Küçük hayatlarımızdan nasıl büyük dünyalar yaratabileceğimizi gördük.
Sevindik, hüzünlendik, ağladık, güldük.
* * *
“Biz” diyorum.
Hepimizin “rıza”sı var mı buna?..
Bunca dağılıp parçalandıktan sonra, neredeyse kavgalı bir büyük ayrılığın kenarında, gönül ferahlığıyla “biz”den söz edebilir miyiz hâlâ?..
Zor, biliyorum.
Farklılıklarımızı sıralamak, benzerliklerimizi hatırlatmaktan daha muteber bu aralar...
Ama dikkatli bakınca “biz”e özgü ne çok ortak payda çıkıyor, filmdeki kenar mahalleli adamın alelade hayatından...
Karısının bir hiç uğruna bozdurulan altınları tanıdık gelmiyor mu size?..
Ya rakı sofralarının sarhoş tiratları?..
O sofraların, iş paraya gelince dağılıp çürüyüveren ortakları?..
Fukara evlerinin tasarruf uğruna söndürülen lambaları?..
Bir baltaya sap olamamış kardeşler...
Yediği lokmayı saydığımız misafirler...
Keseye konacak takılardan medet uman evliler...
Harama uçkur çözen yeni yetmeler...
“Kızı almazsan vururuz” diyen namus bekçileri...
Hepsi bizden değil mi?
* * *
Servis araçlarına mal gibi tıka basa yüklenen de biziz, boğaz tokluğuna gece gündüz sömürülen de...
Lakin biri zora düştüğünde dişimizden tırnağımızdan artırıp takı dayanışmasına koşan da bizleriz...
Evet, parası olmayan düğün sahibine şalter indiren düğün evi sahipleri var, ama “Paran yoksa canın sağ olsun” diyen avukatlar da var hâlâ...
Balla uyandırılmayı bekleyen pörsümüş isteklerimiz de var; bir bakışla yumuşayan yüreklerimiz de...
Öyle kötü şeyler izledik ki, mutlu sonla biten filmleri özledik.
Lime lime ayrıştığımız şu günlerde farklılıklarımızı unutmadan, benzerliklerimizi hatırlamaya ihtiyacımız var, hiç olmadığı kadar...
Cuma namazlarının, düğün alaylarının, rakı sofralarının dayanışması canlansın, kahramanımız dürüstlüğünün karşılığını alsın, sonunda iyiler kazansın istiyoruz.
* * *
Yılmaz Erdoğan gibi, çektiklerimizin bir kısmını “İyi çıkmadı” diye atıp baştan çekemeyiz.
Yaşandı onlar artık...
Geri dönüş yok.
Ama bundan sonrasını iyi çekme, güzel bitirme şansımız var.
Çok bir şey de değil, sonunda, lapa lapa kar altında sevdiceğimize sarılıp evimize yürürken “İçinde bolca hüzün vardı, ama eğlendik yine de” diyebileceğimiz bir film gibi, bir yıl gibi, bir hayat istiyoruz.
Bir de yanında Cahit Sıtkı’nın “Memleket”inden istiyoruz:
“Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun/
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun/
Olursa bir şikâyet,
ölümden olsun.”
Yeni yılınız kutlu olsun!