Cansen Erdoğan (Avukat – Yazar)

Cansen Erdoğan (Avukat – Yazar)

cansen@leburo.com

Tüm Yazıları

Pazar günü,kendime en afillisinden, aromalı, kocaman fincan bir kahve yapıp gazete haberlerine şöyle bir göz gezdireyim dedim. Malum corona aşağı covid yukarı başka mevzuya pek rastlanmıyor haberlerde ama yine de haberdar olmak lazım memlekette neler oluyor,  batı ne yapıyor, Araplarda durum ne, güneş hala doğudan mı yükseliyor…

Gezinirken haberler arasında şöyle bir haber dikkatimi çekti;

‘Adı açıklanmayan 48 yaşındaki kişinin, eşiyle bozuştuktan sonra öfkesini yatıştırmak için bir hafta boyunca yürüyüş yaptığı bildirildi. Eşiyle tartışmaktan bıkan İtalyan bir adam, ülkenin sıkı tecrit önlemlerini denetleyen polis tarafından yakalanmadan önce sakinleşmek için 450 kilometre yürüdü. Adam, İtalya'nın en kuzeyinde, İsviçre sınırındaki Como'da yaşamasına rağmen, yaklaşık 450 kilometre güneydeki Adriyatik kıyısında küçük bir kasaba olan Fano'ya kadar gelmeyi başardı.

Haberin Devamı

İtalya'nın tecrit önlemleri kapsamındaki sokağa çıkma yasağı kurallarını ihlal ettiği için adamı saat 2.00'de yakalayan polis memurları, ilk başta bu kadar yürümüş olabileceğine inanmadı. Ancak memurlar, biraz araştırmayla gerçekten de adamın Como' daki eşinin bir hafta önce kayıp ihbarında bulunduğunu öğrendi. İtalyan medyasındaki haberlerde, adamın üşümüş ve yorgun ama aklı başında göründüğü belirtildi. Öte yandan, adam kafasını boşaltmak için çıktığı uzun yürüyüş sırasında ne kadar yol katettiğinin de farkında olmadığın itiraf etti. Adam, günde ortalama 65 kilometre yol gittiği destansı yürüyüşü sırasında başkalarının kendisine yiyecek verdiğini söyledi.’

‘Vay vayy’ dedim içimden, nasıl bir hırstır bu arkadaş nasıl bir öfke. Hiç mi sakinlemedin yol boyunca hiç mi yorulmadın be adam. Niye o kadar yürüyorsun, nereye gidiyorsun ? Eşin ‘cehennemin dibine git’ dedi de orayı mı arıyorsun…

Dırdırdan kaçmış adam, karısının dırdırından. Dırdır deyince kadınlar geliyor değil mi aklınıza, benim geliyor valla. Evet dırdır meselesi kadınlarla özdeşleşmiş durumda ancak dırdır yapan erkek sayısı da bir o kadar fazla- ki erkek dırdırı gerçekten fena, düşman başına. Mesela 100 erkeğe sorduk tek popüler cevabı arıyoruz; ‘ Dırdır nedir? ’

Haberin Devamı

Cevap belli; Erkeğin başının etini yemektir !

Doğru cevap bence de çünkü erkeğin en lezzetli yeri başının eti,  bu kadar kadın yanılıyor olamaz değil mi? :)

Şaka şaka, 100 kişiye sormaya gerek yok. Dırdırın tarifi belli; Bir konuyu sürekli cağ kebabı gibi çevirip çevirip karşındakinin kafasını ütülemek. Zannımca bir kanser çeşididir ve üzgünüm ama tedavisi henüz gelişmemiştir. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki taraflar konuşamıyorsa dırdır,  genelde dişil tarafın sorunu çözmek için çaresizce iletişim kurma çabasıdır. Doğru ilişkide susarak bile anlaşılır. Ama ilişki sıkıntılıysa iletişim, susmayı tercih edenin kafasına doğru fırlatılan bombalardır. Bu bombalar da ya şikayetler ya da kodlanmış hayal kırıklıklarıdır.

Dırdır, bir alarmdır aynı zamanda da, yardım çığlığıdır ilişkinin. ‘Duy beni, gör beni ’ diye çaresizce seslenişidir genelde hatun kişinin. Hatta bir şey söyleyeyim mi, iyidir dırdır aslında, konuşan ve sizinle diyalog kurmaya çalışan biri vardır karşınızda. Çünkü eğer bir kadın susuyorsa bilin ki sizden vazgeçmiştir.

Haberin Devamı

Ve susan bir kadın için bitmişsiniz demektir !

………………………………………………………………………….. 

Kadınlardan bahsetmişken bildiğiniz gibi 5 Aralık ‘Kadınlara seçme ve seçilme hakkı’ verilişinin yıldönümü olması sebebiyle “Kadın Hakları Günü” olarak kutlanıyor. Geçen hafta da bunun yıldönümüydü. Ulu önder Atatürk, 1934 yılında dünyada ilk kez Türk kadınına milletvekili seçme ve seçilme hakkı vermiştir. Valla yanlış anlaşılmasın ama bu hakka ‘verildi’ demek bir haksızlık olabilir. Çünkü Türk kadını bu hakkı, bileğin hakkıyla, alnının teriyle aldı. Bileğinin hakkı derken mecaz değil direkt sözlük anlamıyla bahsediyorum yalnız. O kadınlar ki memleketin her tarafı işgal edildiğinde erkeklerle beraber omuz omuza savaştılar. O kadınlar ki cepheye gidenlerin eşlerini, çocuklarını, kendi evlatlarını, komşularını korumuş kollamışlar, karınlarını doyurmak için tarladan topraktan yiyecek çıkarmışlardır. Bu kadınlar ki haklarını elleriyle yürekleriyle kazanmışlardır ve her yerde söz söylemeye hakları vardır. O zamana kadar nüfus sayımlarında sayılmayan, mahkemelerde şahitliği erkeklerin yarısı kadar görülen kadınlar, cumhuriyet ile birlikte dünya kadınlarının önüne geçti. Ortadoğu ülkelerindeki zihniyet söküp atılabildi.

Kulağıma geldi sorunuz; ‘Tamam seçme - seçilme hakkını verdiniz, peki sonra ne yaptınız?’

2004 yılında Ceza kanununda yapılan değişikliklere kadar Türkiye’nin, kadınları şiddetten koruyan ciddi anlamda hukuki düzenlemeleri pek yoktu. 2014 yılında ceza hukukunda yapılan bazı düzenlemeler oldu evet. Ama asıl ve en büyük düzenleme, kadına yönelik şiddet konusunda bağlayıcılığa sahip ilk uluslararası sözleşme olan ‘İstanbul Sözleşmesi’dir. Bu sözleşme, ne kadar uygulanabilir, uygulanması ne kadar başarılı olabilir, bilemiyorum.

Bildiğim sadece iki şey var; İkinci hanımı alarak kadın haklarına katkı yaptığını sanan er kişiler oldukça bu iş pek kolay olmayacak. Diğeri ise;

Bence Atatürk, Türk kadınlarına bütün haklarını verdi ancak bunu Türk erkeklerine söylemeyi unuttu

……………………………………………………………………

Şu konuyla da ilgili birkaç kelam edemeden geçemeyeceğim. Malum geçen hafta ‘Dünya Türk Kahvesi Günü’ nü kutladık. Ya amma şey kutluyoruz bakar mısınız, ne çok kutlanacak şey var hayatta. Bu; ‘Ne kadar da pozitif ruhlu, umutlu bir ülkeyiz’ demek mi?’ yoksa atasözünde dediği gibi; ‘ Deliye her gün bayram’ sözünün bir tezahürü mü acaba ? 

Şaka şaka, neyse ki onca kaos, tatsızlık içinde moral buluyoruz böyle günlerde. Bizler kahve ile Osmanlı zamanında tanıştık. Araplardan öğrendik kahve kültürünü. Yalnız onlar kahveyi saatlerce kaynatarak ancak içebiliyorlarmış. Bizimkiler ise önce kavurup sonra pişirmiş. Kahveyi İstanbul'a ilk  getiren de Kanuni Sultan Süleyman zamanında Yemen valisi olan Özdemir Paşa'mış. Allah razı olsun valla. Artık her sabah, hüpletirken kahvemi okuyacağım ruhuna.

‘İçme, kararırsın’ derlerdi küçükken. Oysa gökkuşağının ortasına konan beyaz kanatlı düşler saklıdır aslında bir fincanında. Korkular da  saklıdır tabi, karanlık telvesinde, ‘için kabarmış senin’ ile başlayan, ‘ay doğmuş yüreğine’ ile biten kehanetler. Soğuğa yakışır o en çok, bir de şöyle okkalı bir sohbete. Kahve bahanedir aslında, yarendir muhabbete. Mesela çay, ayaküstü içilendir. Yoldan çevirirsin üç-beş kişiyi de ‘hadi gelin bir çay için’ dersin. Gazoz içersin herkesle, meyve suyu, meşrubat ama kahve herkesle içilmez. ‘Otur bir çay iç, ısınırsın’ dan ötedir kahve, çay bedeni ısıtır çünkü kahve ise ruhu. On dakikada üç bardak çay içilir ama kahve günde iki, bilemedin üç içilir ancak. Kolay değildir tabi, başını döndürür adamın, kalbini çarptırır. Çünkü o tutkudur, tutku ise acının dik âlâsı.  Sessizliğin içeceğidir ayrıca; çayı, kolayı, içkiyi kalabalıklarla içerken kahveyi ya tek başına içersin ya da bir dostla. Kırk yıllık hatırı da bundan gelir. Çünkü dost yanındaysa, ya da sol tarafında, işte o zaman bahane kahvenin ta kendisidir. Farklıdır diğerlerinden, usuldür, adaptır. Bir seveceğin kişiyi, bir de birlikte içeceğin kişiyi iyi seçeceksin. Ve unutmadan, bir Kolombiya atasözü;

“Kahveyi gece kadar siyah, cehennem kadar sıcak ve kadın kadar tatlı içeceksin”

CANSEN ERDOĞAN