İzmir, enteresan bir şehir!
Ülkenin batıya dönük yüzü, güzel kızlarıyla ünlü!
Adı şehir, ruhu kasaba olan İzmir, cumhuriyetin kalesi, sanat dünyasından birçok anının da ev sahibi!
Misal Kent Pastanesi! Sütlü tatlılılarıyla meşhur bu pastane, zamanın en popüler yeri! Semtin gençleri burada buluşuyor, ilk date’ler burada oluyor. Hani büyükannelerimiz-dedelerimiz anlatırdı ya muhallebiciye giderdik buluşunca diye, işte burası tam da öyle bir yer işte!
O dönem İzmir’in en güzel, en işveli kızı, pastanenin üst katında oturuyor. Pastane sahibi Şopen Necdet lâkaplı ünlü piyanist Necdet Karar'ın tombul yeğeni bazen amcasına yardıma geliyor, servis yapıyor, boşları topluyor. Onun dibinden ayrılmayan, ortalıkta koşturan, ilkokula giden, küçük sevimli bir çocuk var, o da pastanenin üst katında oturuyor, kaçıp kaçıp aşağıya pastaneye iniyor. Pastaneye en çok gelenlerden biri de cüssesine hayli büyük gelen kocaman şapkaları, renkli kıyafetleriyle hayli dikkat çeken, ufak tefek bir genç kız olan Fatma! Öyle çok havalı çok güzel değil ama konuşkan, deli dolu, neşeli, eğlenceli!
Zaman geçiyor, yıllar birbirinin peşi sıra koşmaktan yoruluyor, pastane kapanıyor! Önce banka şubesi sonra beyaz eşya bayisi oluyor. Pastanede boşları toplayıp servise yardımcı olan çocuk büyüyüp televizyoncu- gazeteci Korcan Karar oluyor. Onun dibinden ayrılmayan sevimli çocuk ise ünlü balet Tan Sağtürk!
Pastanenin üstünde oturan o dönem İzmir’in en güzel, en işveli kızı, Pakize Suda!
Ve pastanenin müdavimlerinden olan ufak tefek Fatma'yı ise bugün Sezen Aksu olarak tanıyoruz!
Sezen Aksu, Türk pop müziğinin mihenk taşı!
Bence şair Ömer Hayyam’ın yüzlerce yaş küçük ve kadın olanı!
Kadınlığıyla, sanatıyla ve hatta zayıflıklarıyla beraber kendisini olduğu gibi kabul edip yaşayabilecek cesarete sahip! Kendini kimselere sevdirmek gibi bir derdi olmayan, bu yüzden de çılgınca sevilen minik serçemiz!
Hemen herkesin kalbinde saplı duran bir sezen şarkısı vardır illa! 'Benimkinde yok' diyen, ya aşık olmamıştır ya ayrılık yaşamamıştır! Sezen Aksu aslında Denizli’de dünyaya gelmiş, sonrasında ailecek İzmir’e taşınmışlar. ‘Kalbim Ege’de Kaldı’ diye boşuna söylememiş tabi kadın! Küçükken dansöz olmak isteyen Aksu’nun küçükken lakabı; ‘Cüce Bela’ymış çünkü yerinde duramazmış, çok yaramazmış! 1974 yılında Ege Üniversitesi’ndeki Ziraat Fakültesine girmiş, aynı yıl Engin Aksu ile olan evlenince okulu bırakmış. 1975’te Sezen Seley adıyla ve büyük umutlarla çıkardığı ‘Haydi Şansım’ isimli plağı başarı yakalayamadı ama bu Sezen’i yıldırmadı! 56 hafta boyunca listelerin başında kalan ‘Sen Ağlama’ albümüyle rekor kırdı. ‘Gülümse’ albümü, 2 milyonun üzerinde satan usta sanatçı, yaptığı besteler, ürettiği eserler, yetiştirdiği yeni sesler ile Türkiye’nin en ünlü en başarılı sanatçılarından biri! Minik olmasının yanında manik olabilen ve manik anlarına, teatral tarzına ve ince esprilerine bayıldığımız serçe!
Ne güzel anlatmış dinleyici ile ilişkisini, sanat bu işte:
"Dinleyiciyle ilişkiyi oldum olası biraz baba-kız ilişkisine benzetmişimdir! Ne kadarının korku ne kadarının sevgi olduğunu uzun süre kestiremezsiniz, babanızın gözüne girmek için onun istediği gibi olmakla, işinizin size söylediği arasında gelip giderken!...
Bir yandan onun onayını istersiniz, bir yandan doğanız gereği, daha hızlı yürümek... Korku aradan kalkıncaya kadar gelip gidip yolumuzu keser. Halledilmesi hiç de söylendiği kadar kolay değil!
Nereden çıktı şimdi Sezen mevzusu derseniz, şarkılarıyla bir nesli alkolik yapan, kah şinanay yavrum şinanayla oynatan kah bir kedim bile yok diye isyan edip ‘beni unutma’ diye haykıran, duygularımızı dalgalandıran, ruhumuzu coşturan Sezen şarkılarının, 18 milyon dolar karşılığı Universal Music Group’a satıldığı haberinin gündeme bomba gibi düşmesi!
Universal Music Group'un (UMG) Sezen Aksu'nun 21 single, 30 albümünü, 18 milyon dolar karşılığında satın almış! Bir yandan diyorum ki gençliğimiz bizim o şarkılar, geçmişimiz, en masum günlerimiz! Bir yandan da kadın şarkı yapmayı bıraktı, yeni nesil aşık olamadı! Z kuşağının duygusuz ve yalnız olmasının sebebi, âşık olamaması! Buna gerekçe de bence, Sezen’in şarkı yapmaması! O yüzden iyi olmuş satması! Dünyaya yayılacak şarkıları, aldığı para da cabası! Gerçi nice duyguya liman olmuş şarkılara paha biçilemez, o da ayrı!
Biz de ne yapalım, ‘Zenginin malının- pardon albüm haklarının, züğürdün çenesini yorduğu’ bir haftayı daha geride bıraktık, hadi hayırlısı!
……………………………….*………………………..
ŞEYTAN KULAĞINA KURŞUN
‘Hadi hayırlısı’, ‘Maşallah- İnşallah’larla büyüyen, cümlelerin sonunu, ‘nasip- kısmet’ e bağlayan bir neslin çocuklarıyız biz! Z kuşağı ve ondan sonra gelenler, bu kelimelere anlam veremiyor, Çince gibi dinliyor. Ama bizim nesil, sonu umuda bağlanan- tevekkülle kutsanan bu sözcüklerle ayakta duruyor.
Şimdiki gençlerin, çocukların batıl inanç kavramıyla pek tanışıklığı yok!
Oysa bizim Allah’a inancımız sorgulanamaz, batıl inancımız yok olamaz!
Mesela hapşırmak! Denilen o ki hapşırmak, birinin hapşıran kişi hakkında konuştuğu anlamına gelirmiş. Yine denilen o ki, kişi hakkında kimin konuştuğunu merak ediyorsa yanındaki kimseye 3 haneli bir sayı söylemesini isteyip her bir sayının alfabede hangi harfe denk geldiğini bulup oradan hakkında konuşan kişi çıkartılabilirmiş. Ayakkabı ya da terlik ters dönmüşse bu kesinlikle kötü şansmış. O yüzden ben nerede ters dönmüş bir ayakkabı ya da terlik görsem, hiç üşenmem, gider düzeltirim. Aaa bir de tuz meselesi var; Evinize sevmediğiniz ya da istemediğiniz bir misafir gelirse onun evinizden gitmesine tuz yardım eder. Tek yapmanız gereken, arkalarından biraz tuz serpmek!
Tuzun gücü, o kişiyi ya da kişileri evden kovalamaya yeter. Hatta yeni bir eve taşınmadan evvel, o eve biraz tuz serpmek iyidir, ‘sizi ve ailenizi, şeytandan ve kötü olan her şeyden korur’ denir.
Düşününce de bir tuhaf geliyor, kabul! Niye böyle şeylere inanmayı tercih ediyoruz acaba?
Olayları, yaşanan olumsuzlukları, fizikle bilimle yani somut verilerle açıklayamayınca, mistik güçlere yaslanmayı tercih ediyoruz galiba!
Batıl inançların kökeni, çoookk eskiye dayanıyor! Milattan önceye dayanan inanışların, bu zamana taşınması, bence okkalı bir alkışı hak ediyor. Misal üç kere tahtaya vurmak! Tahtaya vurmak, çok tanrılı dinler döneminde, ağaç kavuklarında yaşadığı varsayılan tanrılardan yardım istemek için yapılırmış. Biz de kötü bir olaydan bahsederken Allah korusun, bizden uzak olsun anlamında vuruyoruz tahtaya!
“Avucum kaşınıyor- para gelecek, burnum kaşınıyor- kavga edilecek, gözüm dalıyor- misafir gelecek”, bunlar boşuna söylenmemiş, yaşanmış ki tecrübe edilmiş, hayatımıza yerleşmiş!
Türk kültüründeki çoğu batıl inancın kaynağı, Şamanizm!
İslamiyet’ten önce gök tanrıya inanılır, doğadaki ruhlara ve atalara tapılırmış. Şamanizm’de hayat 3 kademeye bölünürmüş; Gökyüzünde iyilikler- orada iyi ruhlar, yer altında kötülükler-orada kötü ruhlar, yeryüzünde ise insanlar! Şamanlar, boyutlar arasında yolculuk yapabilen, farklı boyutlardan varlıklarla iletişime geçebilen toplumdur. Bir din midir, değil midir tartışmasına girmeyeceğim de felsefi boyuttan bakarsak Şamanizm, tam anlamıyla bir kültürdür, diyebilirim!
Merdiven altından geçmek, kara kedi görmek, evin içinde şemsiye açmak, gece tırnak kesmek, ne çok inanç var, batıl addedilen ama bir şekilde de dikkat edilen!
Korku ile ümit arasında dalgalanan insanoğlu için kendini korumak uğruna her yol mübah!
Bakmayın siz, ‘inanmıyorum böyle şeylere’ diyenlere! En inanmayan bile dikkat eder ufaktan, yoklar sağını solunu. Hiçbir şey yapmayan bile en kötü, iliştirir bir yerine nazar boncuğunu!
Neyse canım Allahtan çok takılmıyoruz bu batıl inançlara, şeytan kulağına kurşun (!)
Yolunda işimiz, gücümüz! Maşallah deyin, tahtaya vurun!
…………………………….*………………………………..
OLDUM RENGA- RENGARENK!
Bahar geldi geçiyor, neredeyse yaz geliyor!
Sizi bilmem ama ben baharı kaçırdım! Nasıl oldu, nasıl geçti anlamadım. Koştururken oraya buraya, ıskalarken hayatı, kaçırdım yılın en renkli zamanını!
Gerçekten de ilkbahar, renk demek! Yeşillerini giymiş doğa, allı morlu çiçeklerini savura savura canlanırken güneşin sarısı, gökyüzünün mavisi eşlik eder bu ahenge!
Renkler…
Hayatın siyah ve beyazdan ibaret olmadığını hatırlıyorlar, ikisini ayıran griyi saymazsak!
Ses demek bence renk, ışık demek! Duymanın gözdeki tezahürü, müziğin mercekteki melodisi!
Sesler kelimelere, kelimeler düşlere, düşler renklere dönüşür zamanla ve her renk bir duygu olur, her duygu da bir insan!
Deniyor ki eski Yunan zamanında çıkmış renkler ortaya;
Mitolojide bir şenlik akşamı, bütün Tanrılar orada, eğlence, kahkaha gırla, keyifler tavanda!
Bir anda bir tartışma çıkmış, şiddetli bir kavga başlamış. Müzik susmuş, her şey oraya buraya dağılmış. O sırada renkler de arbedenin hızıyla uzaklara savrulmuş, dört bir yana saçılmış. Mavinin bir kısmı denize, kalanı gökyüzüne, sarı olanca hızıyla yükselerek güneşe yapışmış. Kahverengi, tüm ağırlığıyla toprağın, yeşil ağaçların, bitkilerin üzerine düşmüş. Kırmızı, insanların kalplerine, dudaklarına, pembe bebeklerin giysilerine kokularına sinmiş. Renkler düşerken insanların üzerine de sıçramış, çeşitli görüşler, renkler ve de zevkler, işte böyle oluşmuş.
Her duygunun bir rengi var işte, yüreği titreten her bam telinin ayrı ayrı! Özlemenin rengi vardır, beklemenin ayrı! Eflatun susmalar vardır, koyu ayrılıklar.
Terk etmeler, bulutlu bir havada İstanbul, uzaktan görünen camileri ve kubbeleri ile Boğaziçi silueti; rengi kurşuni. Kimselere belli etmediği, geceyle öpüşen lacivert korkuları vardır insanın, bordo gururun arkasında saklı. Siyah matemleri, yeşil ümitleri, gri çaresizlikleri... Hayatın siyah-beyaz olmadığına delalettir renkler! Acıların yanında mutlulukları, ayrılıkların yanında kavuşmaları, ağlamaların yanında kahkahaları anımsatır. Tek tip arzular, prototip hayatlar, düzenin dişlileri arasına sıkışmış kurallar arasında insan olduğunu hatırlatır renkler. Ve insan hep beyazlar içinde olmak ister istemesine de lekeleri en çok beyaz belli eder.
Her şey, herkes kendi rengince konuşur, insanlar da öyle!
Mordur auraları bazılarının, hep dimdik dururlar hayata karşı! Sanatçıların, Çingenelerinin rengârenklerinin tersine ölçülü pastelleri vardır asillerin, bir de mesafeli grileri, bejleri!
Kırmızıdır onların bacasından aşk tutan kalpleri, dudaklarından aşk dökülür pare pare! Kırmızı insanı tutkudur, arzudur, sevdadır, hırstır. Yaş ilerler, hayat kahverengiye benzer. Işığı törpülenmiş, umudu tükenmiş. Pembe kokar, çocukluğunu henüz yitirmemiş yürekler. Fırından yeni çıkmış cupcakeler gibi biraz şirin, biraz muzurdurlar.
Renkli hayatlar deriz, boğuşulan siyahları bilmeden!
Her rengin bir ton eksiğidir hayat, hiçbir siyahın siyahla tonu tutmaz ya hani, aynı onun gibi!
Ve onca renk varken, insanlar niye kara kara düşünür ki…
Hayat bir gökkuşağı ise, her renk birbirine muhtaçtır, insanlar gibi aslında! Örneğin yeşilsin, koskoca ağaçlara, doğaya renk vermişsin ama sarıyla mavi karışmadan bir hiçsin!
Peki o zaman sen ne renksin?
Bil ki içinde renk yoksa eğer, dışarıda gökkuşağı göremeyeceksin!
…………………….*…………………..
HAFTANIN EN’LERİ
Haftanın Kampanyası: Tombişler için! Sağlık Bakanlığı'nın, "İdeal Kilonu Öğren, Sağlıklı Yaşa" kampanyası hayata hızla geçti! Meydanlarda kurulan bilgilendirme stantlarında, vatandaşların Vücut Kitle İndeksi (VKİ) değerleri ölçülüyor. Endeks değerleri fazla çıkanlar, sağlık personeli tarafından sağlıklı hayat merkezleri ve aile sağlığı merkezlerine yönlendiriliyor. İyi niyetli bir düşüncenin sonucu olan bu kampanya, beraberinde tuhaf şeyler de getirebilir mi acaba!
Şöyle bir mesaj düşebilir whatsapp grubuna; ‘Bakırköy Meydanı'nın girişinde, Sağlık Bakanlığı’nın şişko çevirmesi var, bilginiz olsun!’ :)
Haftanın Tehdidi: Yine sağlık alanından geldi! Bu seferki bir sendrom! Organların tamamen ters yerleşmesiyle oluşan bu sendromda organlar büyük ölçüde etkilenirken kalp, akciğer, karaciğer gibi hayati organların yer değiştirmesi, ciddi sağlık problemlerini de beraberinde getiriyormuş. Tıp literatüründe ilk kez Türkiye’nin Giresun ilinde tanımlanmış, oldukça nadir görülen doğuştan gelen Giresun Sendromu, çoğu zaman çocuklukta fark edilmiyor ama ileriki yaşlarda fonksiyon bozuklukları, özellikle de karaciğer sirozu ve kalp yetmezliği gibi komplikasyonlarla ortaya çıkıyormuş. Anlaşılan Giresun sadece fındığıyla değil sendromuyla da ünlü bir şehrimiz!
Haftanın Kaybı: Sessiz sedasız yaşandı! Ünlü yönetmen, yapımcı ve senarist Ali Özgentürk, 79 yaşında vefat etti! Gençliğinde tiyatrocu, 50 yıldır da sinemacı olan Özgentürk, başta Hazal olmak üzere birçok filmin senaristliğini ve yönetmenliğini yapmıştı. Ama hiç kuşkusuz en önemli eseri, bugün hala ilgiyle izlenen ve Türk sinemasının kült filmlerinden sayılan ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’dır. Eserlerinin telif haklarını Darüşşafaka'ya bağışlayan usta yapımcının ardından en güzel sözü, bence Türkan Şoray söylemiş; ‘Ali Özgentürk, Türk Sinemasının vicdanıydı!’
Işıklarda uyu büyük usta!
Haftanın Kupası: Hem bizden hem İspanya’dan! Sadece Avrupa’nın değil dünyanın en başarılı futbol takımlarından İspanya’nın Barcelona takımı, lig bitimine 2 hafta kala şampiyonluğunu ilan etti. Katalan ekibi 85 puanla liderliğini garantiledi ve 28. lig şampiyonluğunu kazandı!
Biz de de lig şampiyonluğuna adım adım yaklaşan Galatasaray, Trabzonspor ile finale kaldığı Ziraat Türkiye Kupası finalinde, Trabzon’u 3-0 yenerek 63. Ziraat Türkiye Kupası’nın sahibi oldu! Tebrik ediyoruz!
Haftanın Satışı: Gururlandırdı! Türk Havacılık ve Uzay Sanayii AŞ (TUSAŞ) tarafından geliştirilen Türkiye'nin ilk milli jet eğitim ve hafif taarruz uçağı HÜRJET 'in İspanya'ya satışının önünün açılmasını ve bu uçağın ortak altyapı üretiminin bu ülkede yapılmasını öngören mutabakat anlaşması, İspanya'nın başkenti Madrid'de imzalandı! İmza töreni, Madrid'de düzenlenen ve Türkiye'nin 32 firma ile İspanya'nın ardından en yüksek katılım sağladığı Uluslararası Savunma ve Güvenlik Fuarı (FEINDEF)’nda yapıldı! Havacılık tarihi açısından önemli bir adım sayılan bu durum, ulu önder Atatürk’ün yıllar önce ‘İstikbal, göklerdedir!’ diyerek ne kadar haklı olduğunu bir kez daha göstermiştir. Hayırlı uğurlu olsun!