Mutfakların, mangallı maltızlı, gaz ocaklı, tel dolaplı olduğu dönemlerden kalma bir kuşağın çocuğu olmak...
Zeynep’in doğmasıyla taşındığımız ilk kaloriferli apartman ve hayattan erken bir yaşta kayıp giden karikatürist Ferruh Doğan’ın, emekli bir memur olan babasının kefaleti sayesinde 1962’de, taksitle aldığımız ilk buzdolabı...
* * *
Babıali’nin muhabir ve bir oranda da yazar kadrosu; Türkiye’de gazeteciliğin simgesinin “çayla simit” olduğu dönemlerden, yeni yeni kurtulmaya başlıyordu.
Bedri Koraman’ın epey eski bir model olan arabasından başka, arabası olan pek kimse yoktu. Yazı işleri genel müdürleri arasında ilk araba sahiplerinden biri, kaplumbağa tipi küçük arabasıyla Abdi İpekçi olmuştu.
* * *
Orhan Kemal’in, Unkapanı’nda ailesiyle bir buçuk odalık bir evde yaşamaya çalıştığı yıllardı.
Orhan’ın da en büyük özlemlerinden biriydi buzdolabı:
- Ah derdi, bir buzdolabım olsa, rakı koymadan önce ayaklarımı sokacağım içine...
* * *
Türkiye’nin siyasal sloganlar arkasındaki gerçek yüzü, Babıali kalemlerinin çileli hayat albümlerinde, -kazara merak eden olursa- sessiz dilsiz göz kırpar...
* * *
Belki de dünya cimrilik tarihinin bir anıtı sayılabilecek olan Tan gazetesinin sahibi Halil Lütfü Dördüncü; o tarihlerde gazetelerin okunduktan sonra iadesini engellemek için, sayfaların kıyısında açılmalarını kilitleyen yukarıdan aşağıya doğru upuzun zımbalı yarım santim genişliğindeki kağıt kuyrukları, iadelerden koparıp; onları verirdi muhabirlere, müsvedde yapmaları için...
* * *
Gazete boyunda ve yarım santim genişliğinde, upuzun kağıt kuyruklar...
Ve onların üstüne yazılan haberlerin, tren katarı gibi uzayıp giden satırları...
* * *
1962’de aldığım ilk buzdolabı, hala daha çalışıyordu. Gerçi tabanının iç cidarları biraz paslanıp çürür gibi olmuştu ve buzluğunun içi de, dışı da aşırı buzlanıyordu ama olsun; yine de çalışıyordu.
Sonunda, dolabı söndürdükçe eriyen buzların dolabın altını göle çevirmesinden usanarak, dolabı dış kapının önüne çıkardık; kapıcının alıp, isterse kullanması için...
* * *
Orta boy olan beyaz dolap, dairenin dış kapısına doğru itile itile götürülürken, yere sürtünen ayakları gıcırtılı bir ses çıkarıyordu...
Son nefese benzeyen o gıcırtılı seste; eve ilk geldiği gün yarattığı mutluluğun, Kerime’ciğin yüzünde çizdiği gülücük de vardı, Zeynep’in biberonunun içine konuşu da...
* * *
50 yıllık bir buzdolabının anılarını yazma olanağı var mıdır?
Hangi eller içine neler koydu, hangi eller içinden neler aldı onun?
Ve bir bitişin gıcırtılı sesi... Kapı dışına bırakılan 50 yıllık bir buzdolabının son nefesi...
* * *
Bir yanda hayatında hiç araba görmemiş köy çocukları bulunsa da; bir yanda 7 kişiye artık bir araba düşmekte...
2 kişiye de bir cep telefonu...
* * *
Nutukçu yerel siyasetçilerin başarısı mıdır bütün bunlar; yoksa milyarlarca insanın hayatını etkilemeye başlayan modern teknolojilerin mi?
Edison elektrik ampulünü icat etmese; Peru’nun, yahut Malezya’nın yerel siyasetçileri, nutuk söyleyerek kurtarabilecekler miydi insanları mum ışığıyla, gaz lambalarından?
* * *
Şimdi siyasetçiler de şöyle diyeceklerdir:
- Bizlerin çabaları olmasa, ithalatın karşılığı bulunmasa; insanlar, onları alıp kullanma olanağını nasıl bulacaklardı?
* * *
Hadi biraz da “bir hayale dalalım zevk alalım”...
200 devletin ayrı ayrı bütçeleri yerine; dünyadaki 7 milyar insanı kapsayacak evrensel bir bütçe yapılsa...
Acaba, henüz daha bir otomobil bile görmemiş köy çocukları da dahil; 4 milyar yoksul insanın durumu daha mı iyi olurdu, daha mı kötü?
Bizim 50 yıllık buzdolabı gibi, 21. yüzyılda miadı dolmaya başlayan köhne koşullanmalar yüzünden; henüz daha hiç gündeme gelmemiş bir konu, “evrensel bir bütçe”nin, yeryüzündeki 4 milyar yoksula daha yararlı mı, yoksa daha zararlı mı olacağı konusu...
* * *
Modern teknolojilerin yaratıcılarıyla, yerel siyasetçiler arasındaki köprüler de, yeterince somutlaştırılmış değil.
Uçak teknolojisindeki değişimlere, eski İçişleri bakanlarından Faruk Sükan’ın katkısı, ne kadar olmuştur örneğin?
* * *
Keşke genç meslektaşlar da, eski gazete koleksiyonlarıyla biraz ilgilenseler ve hemen her yağmurda, “Dün yine yağmura teslim olduk” başlıkları yanındaki, siyasal demeçlere bir göz atsalar...
Sonra da penisilinin icadından önceki Sağlık Bakanlığı bütçesiyle, penisilinin icadından sonraki Sağlık bütçesinin; eğlenceli bir kıyaslamasını yapsalar...
* * *
Siyasetçi karikatürlerinden hangilerine kızılmış olduğunun da, yan yana sıralandığı bir sergi açılsa...
* * *
Demokrasi demek, sadece parti kurup, seçimlere katılmak mı demektir?
Koşullanmalarla buzlanmış beyinlerin menzili dışında kalmış konuları da; cımbızla tutup, tadını çıkarmak; gerçek bir “alamet-i farikası” sayılmaz mı demokrasinin?
* * *
1962’de aldığımız ilk buzdolabının, kapıya doğru itilirken çıkardığı gıcırtı...
O gıcırtı da, hem bir son nefes, hem aynı yılları paylaşmış insanların unutulup gitmiş yaşam türküleri gibiydi...
* * *
Ve gönül, yeni yaşam türkülerinin de, eskilerinkine benzememesini diliyordu...