Yeğenim Arzu’nun yakın zamanlara kadar bir papağanı vardı, sürekli ıslık çalar dururdu.
- Sus artık, dediğin zaman da, sanki ne dendiğini anlamış gibi:
- Depresyondayım, derdi.
* * *
Papağanın arada sırada, taklit ettiği öfkeli bir sele:
- Eşşoğlu eşek, dediğini de duyardık ve sonra yine:
- Depresyondayım, derdi.
* * *
Görünen o ki, papağanlara kadar ulaşmış bir “depresyon”, “stres”, “ruhsal bunalım”, “iç sıkıntısı”, “ne yapacağını bilememek”, H1N1 gribinden çok daha yaygın...
* * *
Bendeniz için, akrep kıskaçlarına benzeyen politik bir gündemin dışına sıvışarak, eğlenceli bir oyalamayla kendi kendine avunmanın en güzel yöntemi; kimsenin aklına gelmeyen bazı sorulara doğru, bir merak yelkeni açmak...
* * *
Örneğin ilk telefon santralleri 1900’lerden sonra gelişti.
Acaba ilk kez kimler eline telefon aldı ve ilk kez kimler “Alo” dedi?
* * *
Herhalde Sultan II. Mahmut da, Sultan Abdülmecit de, ne “Alo” dedi, ne “Alo” diye bir ses duydu.
* * *
Bugün ise bebekler dışında, hiç “Alo” dememiş kimse var mı acaba Türkiye’de?
Böylesi bir değişim herhalde, ne eski hacılarımız, ne de İstiklal Mahkemeleri’nin yargıçlarıyla, Hazine’den geçinmeli mesleksiz “mevki sahipleri” sayesinde oldu.
* * *
Ama hala daha telefonla konuşmasını bilemeyenler epey çoğunlukta.
Bazı sabahlar telefon çaldığında, açıyorum.
Bir ses:
- Neresi orası, diye soruyor.
Keyfim yerindeyse:
- Kuş tüyü karakolu, diyorum.
Telefon hemen kapanıyor.
* * *
Telefonla, özellikle de tanıdık genç hanımlarla konuşurken en çok duyduğum son söz:
- By bye, kendinize iyi bakın...
* * *
Son yüzyılda dostlarla tanıdıkların; gerek karşılaştıklarında, gerek ayrılırken söyledikleri nezaket sözlerinin bir listesi yapılsa...
* * *
Çocukluğumda, alt kademelerden ev ziyaretine gelenlere:
- Nasılsın bakalım, diye sorulduğunda:
- Ellerinizden, eteklerinizden öperim efendim, diyenler de olurdu:
- Haki payinizim efendim, (ayağınızın altındaki toprağınızım) diyenler de olurdu.
* * *
Daha üst kademelerden olanlar ise:
- Hoş geldiniz, dendiğinde:
- Hoş bulduk, derlerdi.
* * *
Ev hanımları, sevdikleri misafirlere:
- Sefa geldiniz, sefalar getirdiniz, derlerdi.
Onlar da, evin hanımı kahve pişirmek için ayağa kalktığında:
- Elinizi ayağınızı öpeyim, sakın rahatsız olmayın, derlerdi.
* * *
Bir değişim, bir değişim ki sormayın...
* * *
Geçenlerde Mehmet Barlas, gazetecilik ve yazarlık anılarını anlatırken, bendeniz için kolayından rastlanmayacak düzeyde bir dost olan babası Cemil Sait Barlas’tan da, İsmet Paşa’dan da söz ediyordu.
* * *
İsmet Paşa, bir gün Mehmet Barlas’a:
- Türkiye’de “sağ-sol” ayrımı yanlış yapılıyor, demiş; Türkiye’de ne işçi sınıfı vardır, ne sermaye sınıfı. Türkiye’de sadece köylülerle kentliler vardır.
* * *
Türkiye’deki kutuplaşmalarda da köylülükle kentlilik, birbirine pençelerini uzatmakta...
Ne var ki, kentli sayılanlar da arka sokaklara çift, bazen üç sıra park ediyorlar arabaları; tıpkı tarla kıyısına bırakılan binek eşekleriyle, eşek arabaları gibi.
* * *
Kentli sayılanlar arasında da var telefonda:
- Orası neresi, diye soranlar...
* * *
Bundan 150 yıl önce Ziya Paşa:
Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-ü İslamı bütün viraneler gördüm
Diyordu.
* * *
Gerçekte ise Avrupa “burjuvalaşmış”, İslam “köylü” kalmıştı.
Ve öldükten sonra, sağken dünya nimetlerinden yararlanan burjuvalardan, çok daha kutsal bir refaha layık olmaya çalışıyordu.
* * *
Günler de daha 2 hafta kısaldıkça kısalacak...
İyi cumartesiler... By bye... Kendinize iyi bakın...