Deniz Sipahi

Deniz Sipahi

dsipahi@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Hayat matematik değildir” sözümü haklı çıkartacak bir röportaj okudum geçenlerde...
Haber Ekspres’te Jülide Yurteri’nin Ayşe Tatari ile yaptığı röportajda hayata dair güzel yorumlar vardı. Zaman zaman köşemde İzmir’in yakından tanıdığı kişilerin yaşam ve başarı öykülerine yer vermeye çalışıyorum.
Ayşe Tatari de İzmir’in yakından tanıdığı simalardan biri.
Derishow’un İzmir temsilcisi olarak tanıdığımız Tatari, sanat ve kültür denince de ilk akla gelenler arasındadır.
Kendini, “Hayatımı mimar olmak üzere programlamış bir insanım” diye tanımlayan Tatari, yaşamla ilgili bütün seçimlerini de aslında buna göre yapmış.
Elbette bu hayatın renklerin içinde müzik de yer almış.
Hocaları “Keman çalmalısın” derken; o hep mimarlıktan bir şeyler kaçar diye resimle, plastik sanatlarla uğraşmış. Gitara epey emek harcamış. Ritim gitarcı ve üstelik şarkıcı olmayı kafasına koymuş. Hem mimar hem şarkıcı olmak düşlerini süslerken; babasının ısrarıyla müzik hobi haline gelmiş, mimarlık ise eğitim için tercih edilen alan...
Tatari diyor ki...
“Ama ne şarkıcı ne mimar olabildim. Her ikisine de çok emek verdim. Yıllarca klasik gitar çaldım, sonra da aklımda kalmasın diye ritim gitar... Şimdi ise sadece müziği bilen bir insanım...”
Hep söylüyorum. Hayallerle gerçekler bazen çakışmıyor. Hayatın matematiği düşlerle birleşmiyor.
Ama bu dünyayı da ilginç kılan karşımıza çıkan sürprizler değil mi?
Peki Ayşe Tatari’nin mağazacılığı nasıl başlıyor?
“Beymen’den alışveriş yapıyordum. Çok güzel mobilyalar geliyordu. İngiliz, Fransız antikaları, Venedik camları... Vitrini beğenmiyordum. Bir gün dayanamadım; Beymen’in müdürüne, ‘Kim yapıyor bu vitrini, ne kadar yazık bu eşyalara’ dedim. ‘Buyurun siz yapın’ deyince... Ertesi gün işe başladım, yıllarca yaşayan vitrinler yaptım.”
Sonra da Derishow günleri geliyor.
Yaşam bazen pişmanlıklardır, bazen umutlar...
Bazen “keşke”lerdir, bazen fırsatlar...
Ayşe Tatari’nin hayat yorumu ise şöyle...
“Kendimizi sorguladığımızda insanlar başarısızlıklarını hayata yüklerler. Ben de yüklemeyi seviyorum galiba. Üniversiteyi bitirdim, babam, ‘Hadi evlenilsin’ dedi, evlenildi. Diyorum ki, ‘Ben evlenmeseydim büyük mimar olacaktım.’
Demek ki burada bir hata yaptım, onun sorumlusu kim? Direnmediğinizde hayat sizi alıp götürüyor, kendi istediği yere götürüyor. Şu yaşımda şunu anladım, ben hayata direnmeyi bilmeyen bir insanım. Hatır kırmamak gibi bir arızam var...”
Ayşe Tatari, ne güzel tarif etmiş. “Hatır kıramamak...” diye...
Aslında kendi içinde bir çelişki yok mu?
Hatırşinas olmak, hatırı yok saymamak bazen beraberinde mutsuzluklar da getirebiliyor.
Hayatımız iki arada bir derede kalarak geçmiyor mu?
Ailemizi, yakın çevremizi mutlu etmenin telaşı içinde kendimizden bir takım şeyleri vermiyor muyuz?
Olsun...
Ben hayata hep pozitif tarafından bakanlardanım...
İflah olmaz iyimserlerdenim...
Kaçan trene değil, yeni gelenlere bakılması gerektiğini düşünüyorum.
Söylüyorum...
Hayat matematik değildir.

Atatürk neden içiyordu?
Yeni yönetim biçiminin etkilerini merak eden Atatürk, Nuri Conker’le birlikte Florya Köşkü’nün nöbetçilerini atlatıp, arabayla kaçarlar. Yolda Atatürk’ün gözleri, güçlükle çift süren yaşlı bir köylüye takılınca arabadan inip, sohbete başlarlar.
Atatürk’ün, “Sabanın bir yanında öküz, bir yanında eşek koşulu, başka öküzün yok mu senin?” sorusunu, “Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar” diye yanıtlar köylü. “Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Neden muhtara, kaymakama, valiye şikayet etmedin?” sorularına muhtarın ve kaymakamın olaydan haberdar olduğu karşılığını verir; Vali içinse, “Bırak şu sağarı” der.
* * *
Adını öğrendiği “Halil Ağa” ya “Florya Köşkü’ne gelen Başvekil İsmet Paşa’ya derdini dökseydin” diyen Atatürk, “O sağarın sağarı! Heç işitmez beni” yanıtını alınca, “Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Ona anlatsaydın” der. Karşılık şöyledir. “Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için peygamber gücü gerek? Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?”
Dönüşte Atatürk’ün canı sıkılmıştır; yaverine İstanbul’daki bakan ve milletvekillerini, Vali’yi, İsmet Paşa’yı bulmasını, akşam yemeğe beklediğini bildirmesini söyler. Nuri Conker’den de kuşkulandırmadan Halil Ağa’yı getirmesini ister.
Konuklarına, “Bu akşam soframıza efendimiz gelecek” diyen Atatürk, baş konuğunun gelmesini ister ve sağına oturttuğu Ağa’yla nasıl tanıştıklarını anlatır, sorularına gündüz verdiği yanıtları tekrarlamasını ister. Kekeleyerek de olsa Vali ve İsmet Paşa için söylediklerini tekrarlayan Halil Ağa, sıra Atatürk için söylediklerine geldiğinde, “Ağzıma ateş doldur, işte bunu demem!” deyince, Atatürk hatırlatır söylediklerini ve “Atatürk de sarhoşun biri demesine getirdin ya” dedikten sonra Halil Ağa’ya döner. “Bir kanun gerekti mi bu baylar İsviçre’den, Fransa’dan bir kanun buluşturur, Türkçe’ye çevirtirler; basıp imzayı, gönderirler Büyük Millet Meclisi’ne? Bunlar da hükümet incelemiş, benim zorlanmama gerek yok derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun! Sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa’nın öküzünü çeker satar? Üretim düşermiş kimin umurunda? Sonra ben bunları görür, tasalanırım! Sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin?”
Hemen belirteyim, yoğun çalışma dönemlerinde Atatürk aylarca ağzına içki koymamıştır ve O’nun gündüz içtiğini gören olmamıştır.
Sevgili Atatürk; bugünlerde biz de efkarlıyız. Ne yapsak ki?
* İsmet Bozdağ’ın “Atatürk’ün Fikir Sofrası”ndan (Tekin Yayınevi) özetledim.
(Prof. Dr. Ülgen Zeki Ok’un kaleminden, ulgenok@ulgenok.net)