“Eşlerden biri, diğerinin rızasıyla ortaklık mallarını kullanarak, tek başına bir meslek veya sanat icra ederse, bu meslek veya sanata ilişkin bütün hukuki işlemleri yapabilir."
(Medeni Kanun Tasarısı Madde 264)
Arkadaşım Nazım Alpman’ın Afrika’da çektirdiği bu fotoğrafı görünce bir belgesel izlerken aldığım notları hatırladım... Ve Nazım’a “Belki sen kendini bu aslanla özdeşleştiriyorsundur ama onları tanıyor musun?" dedim. Özdeşleştirmiyormuş zaten... Ama yine de birbirlerini aslanım, aslanlarım diye çağıranları uyarmak geldi içimden. Şimdi bana sakın ayrımcılık yapıyor demeyin, bunlar doğanın gerçekleri... Dişi
aslan iyi, fedakar bir hayvan ama erkek aslan fecaat... Çünkü...
Çocuklarını büyütmek görevi dişi aslanın; bu tamam da, avlanmak görevi de dişinin. Erkek aslan bir ağacın gölgesinde horul horul uyurken, dişi aslan canını dişine takıp avlanmaya gidiyor. Hem de öyle küçük hayvanları filan değil, sığırları, antilopları falan avlıyor. Hep arkadan yanaşıyor, onları yoruyor, birini, özellikle yavruları, sürüden ayırıp gırtlağına son darbeyi vuruyor ve öldürüyor. Onlara kızamıyorsunuz çünkü yalnızca yaşama içgüdüsü bunu yaptırtan. Bir düşmanlık, bir kıskançlık, bir kin değil. Sonra avını sürükleyerek “beyfendinin" önüne getiriyor. Çünkü ilk
yemek hakkı erkek aslanın. Erkek aslan yerinden esneyerek kalkıyor, avın başına geçiyor, birazdan dişi aslan ve çocukları da çekinerek yemeye başlıyorlar.
Biraz düşünmeliErkek aslan tekrar uykuya yatıyor. Çünkü onlar günde 20 saat uyuyor. Korkunç güçlerinin bu tembellikten kaynaklandığı söyleniyor. Aslanların biraz hareketlendikleri anlar, çiftleşme döneminde oluyor. Erkek aslan bu konuda pek tembel değil, her 25 dakikada bir çiftleşebiliyor. Bence birisine aslanım derken biraz düşünmeli. Ama belki de erkekler bu “25 dakikada bir" meselesini bildikleri için kendilerini ve birbirlerini aslan gibi görüyorlardır!
Sevginin bittiği an!..
Anlatacağım öykü tamamiyle gerçektir. Sadece isimler değiştirilmiştir.
Şehnaz Hanım ile Arif Bey 25 yıl önce evlenmişlerdir. Boyunca çocukları olmuş, bu çocukları evlendirmişler, toruna karışmışlar, emekli olmuşlar şimdi evlerinde bir başlarına oturmaktadırlar. Evlilikleri boyunca olumsuz bir şey yaşamamışlar, genellikle huzurlu olmuşlardır.
Bir gün evde otururlarken, Şehnaz Hanım televizyonun karşısına yayılmış, Arif Bey de alacak verecek hesapları yapmaktayken, tam da karısına, elektrik parasını yatırıp yatırmadığını sormuşken, birden “aaa Şehnaz" der heyecanlı bir sesle. Şehnaz Hanım yattığı yerden doğrulur, “ne oldu Arif" der merakla.
Senin gözlerin şaşı mı?Arif Bey aynı heyecanlı, meraklı sesle, “Şehnaz senin gözlerin şaşı mı" diye sorar. Şehnaz hanım şaşırmıştır, neredeyse küçük dilini yutacaktır. “Evet Arif, şaşı" der. Ve Arif Bey hayret içinde başını iki yana sallar...
Şehnaz Hanımın gözleri kendisini bildi bileli şaşıdır. Yani Arif Beyle evlendiği yıllardan beri şaşıdır!..
Hikaye bundan ibaret. Bunu dinleyen kadınlardan birisi, “Gördünüz mü duyarsız, ilgisiz, kaba bir erkeğin yaptığını, bugüne kadar farketmemiş mi bunu" der.
Anlatan ise öyküyü şöyle yorumlar: “Onlar birbirlerini hep sevdiler, her zaman huzurlu ve mutlu yaşadılar. Arif Bey sevgisinin şiddetinden Şehnaz Hanımın kusurunu görmemiştir. Görse de bunu kusur olarak kabul etmemiş, yani şaşılığını fark etmemiştir. Karısının şaşı gözleri bile sevgisi sonucu ona güzel görünmüştür..." Bu inandırıcı ve hoş bir yorum. Ama beni de şeytan dürtüyor. Diyorum ki, “işte Arif Beyin Şehnaz’ın şaşılığını fark ettiği ve sorduğu o an aşkın tak diye bitiverdiği o andır!.."
Neyse, aşk bitse bile, eminim onlar hala birbirlerini seviyorlar. Aşkın bu kadar uzun sürmesi bile bir mucize... Eğer yorumlarımız doğruysa tabii.
Siz başka bir yorum yapabilir misiniz? Arif Bey Şehnaz Hanımın şaşılığını birden bire niye fark etmiş olabilir?
Bencil Tüylü, laubali Kafka
Bizim ailenin hayvan sevgisini ve ihtiyacını Berfu üstlenmiştir. Ben de İnci de hayvanları çok severiz ama, bir türlü beslemeyi becerememişizdir.
Son kedim Cingöz yalnızlıktan bunalıma girmiş, benimle kişilik savaşına başlamıştı. Ben kapıdan girer girmez, gözümün içine baka baka yerlere kakasını yapıyor, kendini sevdirmiyor, kitabımı okurken, pat diye üzerime atlayıp beni korkutuyordu. Birbirini seven ama asla anlaşamayan mutsuz çiftlere dönmüştük. İkimizden birinin evi terk etmesi gerekiyordu... Ben gidemedim ve o emin ellere doğru gitti.
Sonra Berfu büyüdü, kendi evi oldu ve isteklerini gerçekleştirdi. Kafka isimli (çünkü o Çek asıllı) bir Boxer yavrusu aldı... Çalışıyor olmasına karşın onu bir güzel şefkatle büyüttü.
İtiraf etmeliyim ki şöyle hareketsiz, bol tüylü ve salyasız bir cins almasını tercih ederdim. O zaman onu evime alıp bakabilirdim. Ama Kafka çok hareketli, her şeyi karıştıryor, her an ilgi bekliyor, insanın üzerine saldırıyor (sevgi için) ve heyecanlanınca ağzından salyalar akıyor, her an heyecanlı olduğu için her an salyalar akıyor ve her yere saçılıyor ve hep havlıyor...
Tüylü’yü o büyüttü
Hayvanlararası ayrımcılık yaptığımın farkındayım ama gerçek bu... Onunla geçinemiyorum. Bugüne dek her karşılaştığımda üstüme atladı... “Hayır Kafka, istemiyorum Kafka, git başımdan" demelerim hiç işe yaramıyor. Yine üzerime atlıyor yine salyalarını saçıyor. İnsan biraz laftan anlar değil mi? (Pardon hayvan diyecektim). Eğer karşındaki pek yüz vermiyorsa, çekilir kenara beklersin, istemediğini bile bile üzerine düşmezsin... Aslında Berfu’nun sözünü dinliyor, yat diyor yatıyor, kalk diyor kalkıyor. İstemese de o istedi diye yapıyor!.. Bu kadar fedakarlık da hoş değil, hayvanın kendi hayatı, kendi arzuları olmaz mı?
O varken yemek yememiz de bir alem. Mesela bir Çin yemeği ısmarlamışız, alçak masanın üzerinde yiyoruz. Tabii Kafka’yı balkona koyuyoruz. Yemek bitene kadar camdan gözlerini dikip bize bakıyor. O yemek bize zehir oluyor... Sonra Berfu’nun evine Tüylü geldi... O bir erkek, (Kafka da kız... Ve elbette ben hayvanlara kız değil dişi dendiğini biliyorum) Tüylü minicik bir yavruydu... Ve Kafka öyle insan bir köpekti ki, o Tüylü’yü bağrına bastı... Adeta büyüttü, bir süt vermesi eksikti, ki anne olsaydı onu da yapardı. Derken, o minicik kedi büyüdü büyüdü, tüylü bir şey oldu... Aslan gibi. Onu kucağıma alıp sevip mıncıklamak istiyorum. Hem salyası yok hem de miyavlamıyor. Ama asla buna izin vermiyor. Kırk yılda bir canı isterse geliyor... İstediği zaman çekip gidiyor. İstemediği hiçbir şeyi yapmıyor. Yemek yerken git dersek, gidiyor ve arkasını dönüp oturuyor.
Kişilikleri çok farklı
Tüylü Kafka’yı çok seviyor. Bütün gün evde yalnız kalıp oynuyorlar. Eğer Kafka’yı odaya kapatırsak bize kızıyor ve gidip kapısının önünde onun çıkmasını bekliyor. Ama canı istemezse onunla da oynamıyor. Kız Kafka erkek Tüylü’nün kulağının dibinde avaz avaz havlıyor... Tüylü kıpırdamıyor bile. Kafka Tüylü’yü tasmasından yakalayıp yerde sürüklüyor, o da kral gibi hiç kıpırdamadan sürükleniyor. Ama sonra canı isteyince Kafka’nın yanına gidip onu kucaklıyor, sakinleşen Kafka’yı azdırıyor... Nasıl komikler anlatamam. Bu kişilik farkları beni çok ilgilendiriyor. Çevremde Kafka ve Tüylü gibi insanlar olduğunu hatırlayıp gülüyorum. Aslında bencil olmanın ne kadar “iyi" bir şey olduğunu Tüylü’de görüyorum. Samimiyetle laubaliliği karıştıran Kafka’ya sinir oluyorum.
Yazara E-Posta:
dasena@milliyet.com.tr