Leyla Zana’yı Başbakan kabul etti ve görüştü. Leyla Zana Kürt kökenli kardeşlerimiz için ne istiyordu?
Onun Hürriyet gazetesine verdiği demeç umut doğurmuştu.
Silahlar susabilir, barış sağlanabilirdi.
Zana, PKK ve BDP’den daha anlayışlı, bir Kürt kökenli kişi görünümünde idi.
Ama Başbakan ile görüştükten sonra yaptığı açıklama bu izlenimi gölgeledi.
Onun açıklamalarını dinleyen birçok kişi “Peki Zana’nın PKK’dan BDP’den ne farkı var” diye sormadan edemedi.
Zana’nın “silah Kürtlerin sigortasıdır” sözü unutulacaktı, ama yeniden hatırlandı.
Leyla Zana, “sorunu konuşarak çözmek isteyen” yani “müzakere” yanlısı Kürt kökenli kardeşlerimize tercüman olacak zannedildi ama olmadı.
Yazık.
* * *
Leyla Zana Başbakan Tayyip Erdoğan’la 1,5 saat konuştu. Ve açıklamalar yaptı.
- Türkiye’de zaten idam kaldırılmıştır. Aynı devlet Öcalan’ı cezaevinden çıkarıp, ev hapsine almalı.
- Devlet, Kürtlerden özür dilemeli.
- Oslo görüşmeleri yeniden başlamalı.
- Seçmeli Kürtçe dersi yetmez, anadilde eğitim, yani Kürtçe eğitim uygulanmalı.
- Operasyonların durması için silah bırakma şart olmamalı.
- Kürt halkı, süregelen tutuklamalardan tedirgindir. Uygulanan sıkı güvenlikçi politikalardan vazgeçilmeli.
- Barış süresinde bizlerle diyalog yolu açık tutulmalı.
- Yaralarımız açık ve kanıyor, bunlar kapatılmalı.
Bu isteklerin BDP’nin isteklerinden farkı var mı?
Yok.
Öyleyse boşuna umutlandık, değil mi?
* * *
Bu görüşmeyi PKK da BDP de bekliyordu.
İkisi de görüşmenin aleyhindeydi. İki grubun da sebepleri vardı.
Uzun uzadıya onların üzerinde duracak değiliz ama görüşmeden sonra yapılan açıklamalar bize ışık tutar gibi.
KCK Yürütme Konseyi Üyesi PKK’lı Duran Kalkan’ın sözleri tek başına bile çok mânâ ifade ediyor:
“AKP Hükümeti PKK karşısında yenildi. İstifa etmesi lazım. Bundan böyle askeri çözüm sürecindeyiz. Kürtlerin kendi kendisini yönetmesinden başka hiçbir yol, yöntem tanımayacağız.”
İşte işin doğrusu, açıkcası, bu.
Yani iş geliyor askeri çözüme dayanıyor.
“Müzakere” değil, “Mücadele” diyenler haklı gibi…
* * *
Ama biz yine de “müzakere ile barış” umudunu kaybetmeyelim.
“Diyalog diyalogdur ve diyalogsuzluktan iyidir” diyenlere de hak verelim.
Ve bekleyelim.
Bakalım Zana’nın teşebbüsü tek başına “barış” için işe yarayacak mı?
Dua edelim yarasın…
TÜRKİYE ZORDA
“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”
Şimdi lütfen siz de lafı bırakın, yeter.
Kafamız şişti…
Türkiye bir şeyler yapmak zorunda.
Yoksa bölgede büyük devlet olma lafı boşta kalır.
Ne Ermenistan, ne İsrail, ne Kıbrıs Rumları, ne de öbürleriyle Türkiye artık başa çıkamaz.
Türkiye elinde kozlar varsa onları hemen Suriye’ye karşı kullanıp Şam’ın canını yakmalı.
Yoksa, Türkiye bölgesinde kazandığını sandığımız, saygın yerini kaybeder.
KADINLAR KAZANDI
10 yıldır ilk defa bir konuda kadınlar açıkça galip.
O da “Kürtaj” konusu.
AKP, “kürtaj cinayettir” dedi.
Ben de anne karnındaki çocuğun öldürülmesine karşıyım.
Ama kadınların birçoğu buna, “kadınların özgürlüğüdür, isterse doğurur, isterse kürtaj” dedi.
Ve kadınlar kazandı.
Tebrikler…
GAZETECİLİK
Ve Esad’la konuşma
Esad’la aramız iyiyken herkes onunla konuşabilir…
Marifet onunla “kanlı bıçaklı” olduktan sonra konuşabilmektir…
İşte bu “imkansızı” dört gazeteci arkadaşımız başarmış ve Esad’dan randevu almış.
Buraya kadar iyi.
Ama sonra bunların üçü görüşmekten vazgeçmiş.
Bunlardan Utku Çakırözer ise “resmi” uyarıları değil mesleki gerekleri göz önüne alarak randevuya icabet etmiş. Ve iyi de yapmış, doğru da yapmış.
Benzer bir olay, yönetici olarak, bizim de başımıza gelmişti.
Saddam’ı bütün dünyanın “aforoz” ettiği bir dönemde Milliyet olarak Ecevit’i ve arkadaşımız Derya Sazak’ı Bağdat’a Saddam’la görüşmeye yollamıştık.
Saddam bu görüşmede tabii kendi propagandasını yapmak isteyecektir.
Gazetecinin ise görevi bunları törpülemek ve okuyucuya gerçeği aksettirmektir, yani propagandaya alet olmamaktır. Bu zordur, her gazeteci yapamaz ama ilke budur.
Ve Saddam röportajı bütün dünyada o zaman akisler yapmıştı.
Bu kez bu üç arkadaşımız bu önemli röportajı, Esad’la görüşme fırsatını elleriyle heba etti. Acaba Esad onlara ne diyecekti.
Biz hep Erdoğan’ı dinliyorsak, tek taraflı olmuyor mu? Esad’ı da dört arkadaşımızın kaleminden dinler ve sonunda Erdoğan’a yine de hak verebilirdik.
EMNİYET
Ölüm şeridi mi?
Geçende “Emniyet Şeridi”nin artık “Ölüm Şeridi” haline getirildiğini yazmıştık.
Ve trafik polislerinin, bu ihlalcilere acımamaları, bıktırırcasına ceza yazmaları gerektiğini vurgulamıştık.
Bu yazıyı yazmamıza neden, “Emniyet Şeridi”ndeki bir ölümcül kaza idi. Kaza diyoruz, çünkü ağzımız alışmış, aslında “bu bir cinayettir” demek daha doğru olacaktı.
Birkaç gün geçti ve yeni bir “Emniyet Şeridi Cinayeti” haberi geldi.
Kocaeli’nde, D-100 karayolunda emniyet şeridine park eden arızalı ve içi yolcu dolu otobüse TIR hızla çarptı.
Kazada ilk belirlemelere göre 1 kişi öldü, 40 yolcu yaralandı. Otobüs, çarpmanın hızıyla 10 metre yüksekten alt geçide düşüp parçalandı.
Gördünüz değil mi?
Bu cinayet değil de nedir?
TIR’ın, o hızla, o emniyet şeridinde ne işi var?
Ceza, işlenen suçla orantılı olmalı.
Muhtemel suçla da.
Biz bunları söylerken Kartal’dan bir haber geldi.
Bir otomobil “Emniyet Şeridi”nde duran bir servis minibüsüne çarptı. 2 kişi öldü.
Ne dersiniz.
Bütün bunlar birkaç gün içinde oldu. Bir de bunlar duyduklarımız. Duymadıklarımız da var, hem de kim bilir ne kadar?
Dinliyoruz, devlet “sürücü ehliyeti”yle uğraşıyor.
Yeni sınavlar icat ediyor.
Niye?
Sonuçta kazaları önlemek için, değil mi?
Peki bu gayret her gün gözümüzün önünde işlenen “emniyet şeridi cinayetleri”ni önler mi? Önlemez.
Önleyecek olan, yollardaki sıkı kontrol. Bekliyoruz.